Bir Eleştiri Blogu

12.10.2025

Mühürlenmiş Zaman

Efsanevi virtüöz, gençlik yıllarındaki fotoğraflarından birinde  keman çalarken görülüyor. 

Mühürlenmiş Zaman

Itzhak Perlman'ı Dinlerken

İlk Karşılaşma

Itzhak Perlman’ı ne zaman tanıdım? Sanırım geçtiğimiz yüzyılın son yıllarındaydı.  Müzik tarihinde eşine az rastlanır, ayrıksı bir yüzyıldı bu; görkemli başlamış ve rüzgarını bugünlere taşıyarak sona ermiştir. Tarihte de ilklerin yüzyılı olarak anılacağından şüphem yok. İnsanlık bu yüzyılda geçmişten devreden devasa kültürel birikimi sorgulayan ve kimi yerde onu aşmayı deneyen cesur ve yenilikçi girişimlere tanıklık etti. Söz konusu girişimler, belki de alışık olunmadık ölçüde hızlı değişmekte olan dünyanın sarsıntıları içinde, bir tür yeniden araştırma, ayrıştırma ve tekrar birleştirme olarak ele alabileceğimiz büyük ruhsal-kültürel çabaların yolculuğundan ayrı olarak ele alınırsa hak ettiği şekilde anlaşılamaz. 

Sarsıntı: Cesur Bir Yüz Yıl

Yirminci Yüzyılın ilk yarısını gelecek kuşaklar dünya siyasi tarihinde belki de bir tür “hızlandırılmış ders” olarak olarak okuyacaklar. İki Dünya Savaşı, yıkılan kadim imparatorluklar, mevcut konjonktürde ortaya çıkma imkânı bulan ve evrensellik iddiası da taşıyan siyasal rejimler, büyük kitlesel kayıplar ve utanç verici bir soykırım, değişen sanat ve edebiyat anlayışı, giderek artan, sonunda bir tür patlama halini alan kültürel üretim hep bu tarihsel kesitin bakiyesidir. İnsanlık her planda kendini yıkıyor ve yeniden yaratmaya çalışıyordu sanki.. Bu hızlı tarihsel değişimin belki de en yoğun yaşandığı alanlardan biri, toplumsal üretimin de en “rafine hali” olarak düşünebileceğimiz ideolojik-kültürel üstyapı alanıdır. Biraz önce sözünü ettiğim alt-üst olma hali belki de en çok bu alanda kendini gösterdi. Aydınlanma ile doruğa ulaştığı sanılan o muazzam açıklayıcı genişliğin uyum ve birlik hali aşınıyordu. Bu durum aslında on dokuzuncu yüzyılın romantizmiyle birlikte aklı duygulara teslim etmeye başlayarak, aşırı rasyonalize edilmiş yaşamı dengelemeye çalışmış ancak henüz aklı reddeden aşırı formlarına dek uzanmamıştı. İçerik henüz biçimi aşma noktasına gelmemişti. Yirminci yüzyılın ilk yarısında bu da olacaktı. 


İlk işareti kim verdi, ilk fişeği kim fırlattı, bilemiyoruz. Üzerinde ortaklaşılan bir şey varsa, psikanalizin, ekspresyonizmin ve ruhsal bunalımın sahneye neredeyse eş zamanlı olarak girdikleridir. Sigmund Freud, Aydınlanmanın ve ilerlemenin dünyaya “makro” gözlüklerle bakan ve toplumsal ilişkinin kendisine yoğunlaşan merceğini değiştirerek odağını insana, dahası insanın kendisinin de çoğu zaman farkında olmadığı kör noktasına, “bilinçdışı” fenomenine çevirdi. Freud uzun yıllar hastanelerde nörolog olarak çalıştı ve bugün yaygın olarak kullanılan ifadeyle “hasta baktı”. Genelden özele, ilişkisellikten bireyin ruhsal deneyimine gidişin yaşayan örneği ve bir anlamda öncüsü oldu. Freud, o zamanlar birlikte çalıştığı hekim Sandor Ferenczi ile birlikte, hiçbir fizyolojik temeli olmadığı halde ortalık yerde durmadan bayılan Anna O. adlı hastadaki konversiyonel nevrozu başarıyla teşhis etti ve Mozel orman köylülerinin eyleminden üretim ilişkilerindeki yapısal soruna doğru hareket eden Aydınlanmacı Karl Marx’ın yaptığını tersinden tekrarlayarak, uç verek belirtiden bireyin ruhsal yaşamının derinliklerine indi. Freud böylece mesafeyi makrokozmostan mikrokozmosa doğru yeniden katederek psikanalizin temellerini attı. Doğrusu tarihteki diğer kurucularda görüldüğü gibi, büyük cesaret isteyen bir hamleydi. Sonra ortaya dünyayı izlemekle ve onu gözlemledikleri biçimiyle aktarmaya çalışan, başka bir deyişle ilhamını doğanın kendisinden alan izlenimcilere inat, dünyayı ruhsal yaşamlarında anladıkları ya da hissettikleri gibi yansıtan, onu eğip bükmekten, deforme etmekten çekinmeyen dışavurumcular yani ekspresyonistler çıktı. Elbette ki bu hızlı değişim bir anda olup bitmiyordu. Tıpkı Orta Çağ ve Reformasyon dünyasında olduğu gibi düşünsel ve sanatsal üretim önceleri dışarıdan zor fark edilebilen ince eğimlerle yön ve akış değiştiriyor, bu akış giderek hızlanarak bir tür çağlayana dönüşüyor ve sonunda nehir yatağını büsbütün değiştiriyordu. Bugünden bakıldığında resimde Vincent Van Gogh, müzikte ise önce Ludwig van Beethoven sonra da Gustav Mahler bu şiddetli akışın ilk sarsıntıları gibidir.


Sarsıntı ifadesi değişimin artan şiddetini yansıtmak için uygun olmalıdır zira besteci Ludwig van Beethoven o güne dek biçimsel mükemmelliğin saygın bir hedef olduğu klasik müziğin ölçülü zerafetini, ani ve beklenmeyen vuruşlarını konuşturduğu ve sonuna bir şarkı eklemekte tereddüt etmediği ünlü dokuzuncu senfoni ile paramparça etti. Onun izinden giden Gustav Mahler ise hem halk şarkılarından hem de şüphesiz ki kendisinden önceki Beethoven’dan etkilenmiştir. Demek ki bir kez daha, içerik biçimi aşıyordu. Uyum yerini uyumsuzluğa, armoni yerini ruhsal arayışın getirdiği trajik bir bunalımın kalıpları parçalayan çalkantılı sılarına bırakıyordu.

Sanatın her alanında yeni ufuklar açan bu kapsamlı arayış etkisini resimde ekspresyonizm, grafik ve mimaride Bauhaus, sinemada konstrüktivizm, şiirde fütürizm, edebiyatta bilinç akışı gibi alışıldık kalıpları zorlayan, deneysel çalışmalarda gösterecek ve tarihe geçecek örneklerini verecektir. Nitekim söz konusu arayışın en çarpıcı örneklerini belki de müzik alanında vermesi başlı başına bir talih sayılmalıdır. Kendini aşmaya yönelen yenilikçi yaklaşımlar yalnızca senfonik ve tonal yapıyı dönüştürmekle kalmamış, müzikal deneyime de farklı bir soluk katmıştır. Bu süreçte müzik dinlemeye ve icra etmeye yönelik ilgi, söz konusu form arayışlarının belirsiz sularında tutuculaşarak sönmedi aksine alevlendi ve katlanarak arttı. Bunun sonucunda birbiri ardına önemli icracılar yetişti. Yaylı çalgılar alanı bunların içinde öne çıktı. David Ostriakh, Yehudi Menuhin, Jascha Heifetz, Mistislav Rostropovich, Ida Handel gibi efsanevi virtüözler birbiri ardına yetiştiler. Önceleri radyoda daha sonra da film kayıtları ve televizyonda görünmeleriyle dünya da bu büyük yeteneklerin farkına vardı, onları tanıdı ve sevdi. Artan bu ilgi karşısında müzik de bir endüstriye dönüştü, olumlu ve olumsuz yanları tartışılır ama pek çok yeni sanatçı da bu filizden sürgün verdi. 

Itzhak Perlman işte bu efsanevi dönemin ürünlerinden biridir. Bu kısa denemede onun yaşamının ve yapıtlarının ayrıntısına girecek değilim. Benim niyetim genç kuşaklara, şimdiki yüzyılın çocuklarına, geçmişten günümüze uzanan bu harikulade dalın yapraklarını tanıtmaktır. Müzik dahil her şeyin çabuk tüketildiği çağımızda, sahici ve eskimeyen bir ustanın emeği ve olağanüstü üretkenliğine bu birkaç satır yeter de artar. Üstelik ben müzik eleştirisine ve tarihine, tek sözcükle müzikbilime de girmeyeceğim. Kişisel deneyimlerimden bir demet sunmakla yetineceğim yalnızca. 

Sanat eserinin önce icra edildiği ortamda dinlenerek daha sonra da kaydedilebilir formatta; sırasıyla taş plak, uzunçalar, manyetik bant, compact disc ve en sonunda da sıkıştırılmış mp3 olarak tüketildiği bir yüzyılda dünyaya geldim. Sanat eserine; kitaba, resim ve müziğe erişim, elektronik formatların yeterince gelişmemesi ya da henüz ortaya çıkmaması nedeniyle günümüzdeki gibi rahat değildi. Bunun iki etkisi vardı. Birincisi, müzikte albüm mantığı egemendi. Albüm plak döneminden kalma bir ifadeyi yansıtmaktadır. Günümüzde tıpkıbasımı yapılan orijinal plaklardan da anlaşılabileceği gibi, müzik kayıt stüdyolarında analog ses formatında kayda alınarak basılan plaklar, içinde sanatçının fotoğrafları ve eserin listesinin de bulunduğu bir albüm olarak dinleyiciye sunulurdu. Kimi zaman buna ek olarak bazı posterler de verilirdi. Albüm mantığının estetik deneyim bakımından konser formuna benzeyen ama onun ancak çok küçük bir bölümünü karşılayan bir tür bütünselliği vardı. Öncelikle her albüm içinden çıktığı zamanın atmosferini yansıtırdı. Günümüzdeki dijital oynatıcıların çalma listesi gibi popüler olan formatlarından farklı biçimde albümler, sanatçının ve orkestranın o anki performansını ve tarzını bütünsel olarak yansıtırlardı. Böylece albümleri kronolojik olarak dinleyerek sanatçıların ve bir bütün olarak müzikal kültürün geçirdiği evrimi algılayabilmek, değişimi saptama ve değerlendirmek mümkündür. Bu mantık ve işitsel deneyim, tam olarak doksanların sonlarına doğru mp3 formatının sayısallaştırılmış ses biçiminde ve dijital olarak kaydedilebilir bir teknoloji şeklinde piyasaya sunulmasıyla yıkılmış oldu. Bilinen ilk örneği, ünlü Metallica grubuyla mahkemelik olan ve 56 K modemle bağlanan Napster'dır. Compact Disc formatı ise albüm mantığının bir nevi "son kalesi olarak" tarihe geçmiştir. 

Itzhak Perlman'ı işte bu Compact Disc günlerinde tanıdım. İthal ürünlerdeki vergilerin makul bir düzeyde tutulması sayesinde olmalı, orijinal ve bandrollü ithal CD'ler sıradan insanların ilgi alanına girmişti. Üstelik lisans almayı başaramayan bazı kaliteli yayınlar ki unutamadığım Slovakya çıkışlı bir Bach koleksiyonu bunlardan biridir, yok pahasına ve set halinde sokak aralarında satılıyordu. İnanılmaz günlerdi. Keman enstrümanına olan ilgim nedeniyle dikkatimi çeken bütün albümleri almaya başladım. O zamanlar teknoloji bu kadar gelişmiş olmadığı için analog kayıtlardan compact disc'e yani dijital formata aktarılan sesler bugünkü gibi "temizlenemiyordu". Bunun sonucunda son derece "gürültülü" ve kalitesiz dinleme deneyimleri de yaşadığım oldu. Bu tür deneyimlerden sıkılıp kaliteli ve gerçek bir albüm edinmek için para biriktirmeye başladım. Gözüme çarpan ilk albüm ise Itzhak Perlman'ın, şu an artık tarihe karışmış bulunan EMI kayıtlarından çıkan Paganini icrasıydı. Abbey Road stüdyolarında kaydedilmişti ve içinde, insanın enstrüman çalma arzusunu kamçılayan güzel fotoğraflar da vardı. 

Her fırsatta duran bir Sony discman'ım vardı. Bunları yanımızda taşırdık. Sallanıp durmaması için yolda yürürken, denge oyunları yapan bir akrobat kadar dikkatli hale gelmiştik. Perlman'ın CD'sini aldığımda soğuk bir Aralık akşamıydı. Üzerinde standart pikap resmi bulunan yüzyılın en iyi kayıtarı damgalı o EMI CD'sinin kapağını açtarken yaşadığım heyecanı bugün gibi anımsıyorum. 

Birinci Bölümün Sonu 

19.09.2025

Şairin Duygusu

İlk şiirimi ne zaman yazdım? Hatırlamıyorum doğrusu. Ama şiirlerimin sevildiğini fark ettiğimde henüz çocuk denilecek yaştaydım. İlkokul son sınıfta bir şiir yarışması kazandım. Bir yarışma ve ödül, ama biz daha çocuktuk ve bunu kadar ciddiye almak gerekir, bilemiyorum. Yine de bu ödülün bende yarattığı duygular halen ilk gün olduğu kadar taze ve canlıdır. Arkadaşlarım kendi aralarında para toplayıp bana bir hatıra defteri bir de dolma kalem almışlardı, daha çok şiir yazabilmem için. Bu nedenle mi bilmiyorum ama bugün bile dolma kalem kullanırım. Üstelik artık pompası bile bulunmuyor benimkinin, daha geçen gün sordum. Yarışma kazandığım şiir hangisiydi? Tam olarak neyi anlatıyordu, hangi temayı yüceltiyordu? Biraz ayıp olacak belki ama, doğrusu onu da hatırlamıyorum. Yalnızca arkadaşlarımın bana hediye aldığı gün ne kadar mutlu olduğumu hatırlayabiliyorum. O an, o duygular insana bütün bir yaşamı derinden hissettirir, hele bir de çocuksanız ve bilinciniz, duygularınız ilk günkü saflığında, parıldayan bir çelik gibiyse

Bana göre yalnızca duygulardır insanın üstünde iz bırakan. Bugün de böyle düşünüyorum. İnsan yaşamında geriye yalnızca onlar kalır ve hatırlanmaya, duyumsanmaya değen yalnızca onlardır. O gün nasıl bir gündü? Talihliyim, bunu net olarak hatırlıyorum, elbette yalnızca duygular sayesinde yine. Bir ilkbahar günüydü. Ben okula sabahları gidiyordum, o zamanlardaki ifadeyle söyleyeceksek eğer, “sabahçıydım”. Eve geldiğimde öğlen olmuştu ve dışarıda eriyen karların şırıltısı duyuluyordu. İşte, sanki şu anda kulağıma geliyor. Günümüzde pek de tesadüf edemeyeceğiniz sert ve keskin bir bahar havası vardı ve sokaklar, kırılan buz kütlelerinden küçük dereciklere dönüşen sularla kendilerini temizleyerek, yaklaşmakta olan yaza hazırlık yapıyordu sanki. Evin önündeki çam ağacının öte yanında, kıvrıla kıvrıla bayur aşağıya uzanan yol boyunca sular dereler şeklinde akıp gidiyordu. Güneşin aksi onlara çok parlak, gümüş de değil, bir çelik kadar parlak, düşsel bir görüntü veriyordu. Onlardan yansıyan bu göz alıcı ışık demeti, odanın mavi badanalı duvarına, bir havuzda oynaşan balıkların hayalini dokuyarak geçip gidiyordu.

Nasıl güzel bir gündü, anlatamam…

Bugün sanki yaşamda belirli an’lar kalmış gibi ve ben, yıllar sonra bile, nesneleri ya da olayları değil, duyguları hatırlayabiliyorum ancak. İşte bu yüzden denememe şairin duygusu adını verdim. Bana göre şiirle ilgili geride kalan en önemli şey duygudur. Sizdeki bıraktığı izdir. Biraz acıtır, iz bırakmak için derinlemesine kazmak gerekir çünkü. Duygunuz eğer samimiyse başkasında bir şekilde yankısını bulur. Samimi bir duyguyu yeterince yoğun biçimde hissettiyseniz eğer, size öyle uzun boylu sözlük karıştırmak da gerekmez, onu her şekilde ifade edersiniz. Bir sözcük olmazsa bir diğeri olur. Ölçü, uyak, ince hesaplar, kısacası hiçbir şey gerekmez. Gerçek şiir tüm bunların anlamsızlaştığı yerde başlar.

Eleştirmenlere saygı duyuyorum. Az buçuk eleştirmenliğim de vardır. Sert polemikler edebiyatın tadı tuzudur, onlarsız olmaz. Yine de eleştiride biçimden çok öz’e, özün insanda yarattığı duyguya ve anlamı karşıdakine “bulaştırabilmesine” bakarım ben. Kimi zaman çok sert, acımasız eleştiriler görüyorum. Bir sözcük öyle kullanılmamı da başka türlü kullanılmış, bu ne cehaletmiş, Türkçe’mizin geldiği hale bakalımmış. Böyle özensiz, insanın ağzının tadını bozan, konuştuğu dilin inceliklerine vâkıf olmaksızın kendine büyük sıfatlar yaraştırma cüretine sahip insanlara yüzümüzü ekşiterek bakarız elbet…ama yalnızca o kadar. Yalnızca yüzümüzü ekşiterek, onu güzel yazana kadar okumayarak bir tepki vermeliyiz. İçinden geldiği gibi yazan dahası dil sermayesini bilerek, isteyerek, ruhunun çığlığına göre biçimlendiren kişiye de dudak bükmem doğrusu. Hele bazı dil ustaları vardır ki, onlara artık kural kaide de sökmez. İşte böyle ustalar, başımız üstüne…

Belki binlerce şiir yazdım. Bir kısmı kayboldu. Bazılarını yazamadan unuttum. Rüyamda gördüklerim oldu. Bir gün bile elime kağıt kalem alıp şiir yazmak için masada saatlerce beklediğimi hatırlamıyorum. O kendisi gelir. Hep öyle olur. Hep öyle olmuştur. Duygular öyle bir noktaya gelir ki artık onları içinizde tutamaz olursunuz. Anlatsanız bile anlayacak kimse yoktur yanınızda. İnsan en iyi kendisiyle dertleşir. Ruhuyla hasbihal eder. Bana göre şiir budur. İnsanın kendi ruhuyla dertleşmesi, onunla konuşması… İşte bu nedenle çok yoğundur gerçek şiir. Kolay anlaşılmaz ilk seferinde. Hele kolayca, hiç yazılamaz. Özünüzde gizlenen çok ince bir yerden, sanki bir cerahati deşer gibi çekip çıkarmak zorundasınızdır onu oradan. Sonrası kendiliğinden gelir. Çünkü aslında o hep oradadır. Belki de daha siz doğduğunuzda yazılmıştır o şiir. Yalnızca o günü, o saati beklemiştir ortaya çıkmak için. Günü gelince de patlayıp fışkırmıştır yüzeye. Derinlerde demlendiği için sıcaktır, nefessiz bırakır, yakar sizi. Sizi yakar, eğer kalbinde azıcık insaniyet varsa dinleyeni de yakar. Bir volkanın lavı, bir kahvenin telvesi neyse şiir de kalp için öyledir, gamdır, yüktür, ağırlıktır. İşte o yüzden ben, şiir ruhun özüdür, diyorum.

Şiire yol açan duygunun kaynağı nedir? İnsandır, dünyadır, başkası ve kendimizle, kendimizce kurduğumuz ilişkidir bana kalırsa. Bu kadar yoğun duyguları yalnızca şairler mi yaşıyor? Başka insanlar da yok mudur dünyada böyle içten içe kaynayan? Vardır elbet, her insan az ya da çok kalbinde o tortuyu, o akıntıyı taşır. Taşır ama yazmaz, taşır ama utanır ve başkasına diyemez, taşır ama boğulur onun içinde, farkında bile olmadan. Yazan insanın derece farkı buradadır. Bir kez yazdıktan sonra, başka türlü yapamayacağını, yaşayamayacağını bilir. Ok yayından çıkmıştır bir kez. Üstelik yazdıkça da duramaz olur, daha da kaynar içi…

Şiirin yükü ağırdır. Okuyanlar bir an için başka, hiç tanımadıkları uzak memleketlere gidip gelirler. Gözlerinin önünden bir sis bulutu geçer. Bir an, en fazla birkaç dakika…Ama şair ruhunun bir parçası o uzak memlekette rehindir artık. Kolayca bırakıp gelemez. Hep öyleyiz.

Şiirlerimi yazarken çok kez ağladığım olmuştur. Kış gecesi ceketsiz ortalıkta dolaştığım, sancılı bir hasta gibi iki büklüm titrediğim olmuştur. Bilinemez. Anlaşılamaz. O dünyanın kendine has kuralları vardır. On kuralları henüz biz de bilemiyoruz.

Peki, hüzünlü şiirler olduğu gibi neşeli şiirler yok mudur? Aşk şiirleri örneğin, hep gamlı mıdır? Değildir elbet. Güzel neşelenen şairlerimiz var. Onlardan da yaşamayı, mutluluğu öğrenmek lazım. Ama mutluluğun başka dilleri var. Mutluluğun şiire yolu az düşer. O şarkı olmaya, dans olmaya, resim olmaya yaraşır bence.

Şiir başka bir şeyin sığınağıdır. Ruhun başkasının pek giremeyeceği dip köşelerinde, hatıra ormanlarında, lav akıntılarında nefes alır. Orada kabuğuna çekilip kendine dönmek, çocuk ruhunu avutmak ister. Sırrını orada arayıp bulur. Konuşur ama kendi kendine, başkaları anlasın da derdine ortak olsun diye değil.. Herkes de anlayamaz zaten ya da herkes kendine göre anlar. Herkes her defasında bir şey anlar. Ama gerçek şiirse, herkes anlar, nasıl anladığını bile bilmeden. Çok demli ve rayihası muhteşem bir çay içmiş gibi olur güzel şiir duyan. Öyledir o; duygunun demlenmişidir.

Şairin duygusu, zordur. Şiirden de zor…

Şair, nefes alamayan adamdır.


1.06.2025

Yaşlandıkça Neler Kazanırız? Deneyimle Gelen Ustalık ve Yaratıcılık Üzerine

Bu kısa denemeyle, wordpress yazma sitesinin düzenli olarak önerdiği herhangi bir konu hakkında yazmayı ilk kez değerlendiriyorum; bu benim için bir tür ilk ve tek oturumda yapılandırılan bir metin olduğundan düşünce hızına denk, deneysel bir çaba olacak. Bu nedenle de bu yazı basit bir “tartışma notu” yahut bir tür “yazarak düşünme egzersizi” olarak da görülebilir. Benim kişisel yazarlık yaşamımda da bu yönüyle deneysel bir çalışma olacak.

Yazmak çoğu insan için eksikliğinin fazlaca hissedilmediği dahası “zorda kalmadıkça” başvurulmayan bir davranış olarak düşünülür. Öyle ki yaşamımız boyunca kısa notlar ve karalamalar yazmaktan öteye gitmemiş insanlar tanımış olabiliriz. Böyleleri okul yıllarında kendilerine “yüklenen” ödevler dışında tek satır yazmaz, buna “zorlandıklarında” ise sanki kendilerine “angarya” yüklenmiş gibi düpedüz sıkılırlar. Oysaki kalemi tuttuğu andan itibaren ondan vazgeçemeyen, yazmayı düşünmenin bir parçası olarak gören dahası ona estetik bir anlam yükleyen insanlar da vardır. Bu insanların evlerinde kağıt ve kalem koleksiyonları, yazı masaları, daktilolar, günlükler, rüya kayıtları (eğer siz de benim gibi yıllardır rüya kaydı tutuyorsanız elbette), çeşitli dosyalar, klasörler, defterler vb. bulunabilir. Eğer yeni bin yıldan sonra dünyamızı şereflendirdi iseniz bu araçlardan bazılarını hiç tanımıyor kimilerini de teknolojiyle bütünleşik kullanıyor olabilirsiniz. Belki de tam bir yeni nesilsiniz (eskiler zâmâne der) ve sizin için bilgisayarla yazmak çok daha konforlu ve zevkli! Araç ve yaklaşım tarzı ne olursa olsun yazmak herkes için farklı bir deneyimdir ve kendine özgü bir anlam taşır.

Kalemle düz ve beyaz bir zemine yazarak çalışmanın adeta ritüel gibi görüldüğü bir ailede büyüdüm. Merhum dedemin beyaz kağıtlarını özenle sakladığı siyah deriden bir kılıfı vardı örneğin. İlk okulda hepimiz hokka ve divit kullanırdık. Bazen ellerimiz mürekkep içinde kalırdı, mendillerimiz defalarca yıkanırdı ama olsun, en azından o bizimdi. Bize ait bir şeydi. Onu bir parçamız gibi görürdük. Benimki maviydi örneğin ve mavi rengi güneşte harika bir yansıma yapardı. Tıpkı bir kameranın yönetmen için bir heykeltraşın çekicine, bir samurayın kılıcına dönüşmesi gibi, bizim için de onsuz yapamadığımız bir arkadaşa dönüştü. Kurşun kalem bile böyleydi; çok yazılan ufalırdı, çok okunmuş bir kitabın yıllanmış bir şaraba benzemesi gibi güzel bir yıpranmaydı o. Henri Lefebvre üslubun ve yaratıcılığın baştacı edildiği modern öncesi dönemleri, gerici olmayan bir biçimde baştacı etmeyi bilen (1998), incelikli bir üstaddır. Pipo ve kurşunkalemin sigara ve tükenmeze üstünlüğünü ne zaman düşünsem onu anarım hep ki yirmi sene bilfiil pipo içtim. Bir kalem, bir çizim kağıdı…biz bu güzelliklerle erken tanışabildik ve kıymetini bilenimiz de oldu. Bazılarımız için böyle oldu elbette, herkes için değil…

Kişisel olarak kalemle yazma alışkanlığımı hiç yitirmedim. Halen defter tutarım ve bir deftere kalemle yazı yazmadığım günlerde samimi olarak rahatsız olurum. Biraz da bu alışkanlığın bir tür “tiryakiliğe” dönüşmesi nedeniyle olmalı, yazmanın (Ferit Edgü’nün güzel eseri ve ifadesiyle “yazmak eyleminin; 2001) benim için hem yaratıcı bir ifade biçimi hem de düşüncelerimi derinlemesine analiz etme fırsatı sunan özel kişisel bir “var oluşsal imkân” hem de kendi toprağımı yani ruhumu “kazmanın” en güzel yolu olduğunu düşünüyorum. Ruhumu kazmak, rahatsız bir tınısı olabilir bu ifadenin ama en göz alıcı, şaşılası cevher de orada bulunur aslında. Vassily Kandinsky (2011) en üst düzeydeki yaratıcılığın insan ruhunun en derin yerlerinde gizlendiğini yazmamış mıydı? Nitekim bu alışkanlık herkese olduğu gibi bana da zihnimdeki karmaşık düşünceleri düzene sokmak için eşi benzeri bulunmaz bir yol sağlıyor. Belki de bunun için kendimi bildim bileli günlük tutuyorum. Her gün zor da olsa insanın kendisiyle, duygularıyla hesaplaşması iyi bir alışkanlıktır. Düşüncelerimi ve duygularımı yazarken onları seçmeyi öğrendiğimi, onlarda derinleştiğimi ve başka insanların yaşamları üzerinde de bakış açımı genişlettiğimi fark ediyorum. Soyut ya da yalnızca geleceğe dair olsun, bir şekilde kelimelere dökmek, duygularımı daha net bir biçimde anlamamı sağlıyor ve bu süreçte içsel bir sorgulama yapmanın yanı sıra, fikirlerimi açık ve anlaşılır bir şekilde iletme becerimi geliştirme şansı da buluyorum. Belki artık kısa ve basit cümleler kurmayı unuttuğum için, samimi toplantılarda ve en basit konuşmalarda bile bazı arkadaşlarımın göz ucuyla birbirlerine bakarak hafifçe tebessüm ettiklerini yakalıyorum, evet…kitabî buluyorlar belki de? Benimle konuşurken sözlük karıştıranı da gördüm… Ama bana kalırsa bunlar size kaybettiren değil, karşınızdakiyle birlikte bütün topluma kazandıran şeyler olsa gerektir. İnsan başka türlü nasıl öğrenir…

WordPress ki ben ona “yazma sitesi” diyorum artık, onu büsbütün unuttuğum dönemler de dahil olmak üzere, küçük ve kararlı tıkırtılarla daima çalmıştır kapımı… Bu kapı çalmalar kâh teşvik edecek kâh düşündürecek küçük kıvılcımlara dönüşür önce. Sonra bu kıvılcımlardan ateşler çıkar. Bu ateşlerden yangına inkılap edenler olur. Bunlardan dört başı mamur uzunca bir “deneme önerisi listesi” de yapılabilir. Bu kadar kapsamlı bir araç seti, yazmak ve yayınlamak için yalnızca kolay kullanılan teknolojik özellikler sunmakla kalmıyor aynı zamanda vesileler de yaratıyor; her gün mail kutunuza düşen birbirinden güzel konu başlıkları gibi… Özellikle de yazılması gereken pek çok şeyin aklımızın bir köşesinde dolandığı ya da kendimizi yazmaya hazır hissetmediğimiz dönemlerde bu gibi önerilerin değerli katkılar olduğunu unutmamak gerekir. Türün kurucusu Montaigne’in başarısının yalınlığı, samimiyeti, en basit şeyler üzerine bile gönlünden geldiğince kalem oynatabilme rahatlığı olduğunu hatırlayacak olursak bu önerilerin değeri sanırım daha iyi anlaşılır.

Denemeci kimliği de bulunan bir yazar olarak ben yine de çağrısını yaşamın içinden alan konuları tercih ettim. Nitekim her gün pek çok problematik hakkında düşünen ve onları tarayıp tartışan insanlar için de durum böyle olsa gerek. Onlar için her şey başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte, bazen derin düşüncelerin ve duyguların özellikle akıtılması gereken kanallar vardır. Bu yüzden yalnızca basit öneriler yeterli gelmeyebilir onlara; zaman zaman kendi deneyimlerinden ve gözlemlerinden yola çıkarak yazmak, kendi sorunsallarını ortaya atmak ve yorumlarını yansıtmak da anlamlı katkılar olabilir. Örneğin yaşadığım ya da takip ettiğim olaylar beni o kadar ilginç sorunlarla karşı karşıya bıraktı ki, onları aşabilmek için çözümleyebilmek, ayrıntılarıyla tartışmak, onlarla hesaplaşarak üstesinden gelmek zorunda kaldım. İlgi alanlarım da çocukluktaki o “güzel ve sorumsuz” yıllardan sonra yalnızca ve esas olarak bu tür sorunların önüme çıkardığı araştırma konularıyla çeşitlendi ve gelişti.

İnsanların çoğu tek yönlü bir hayat yaşar. Bu tek yönlü hayattan yanlızca somut yaşam pratiğini kastetmiyorum. Düşünsel anlamda daha çok böyledir bu. Bunu gözlemleyebileceğiniz yerlerden biri de kütüphaneler ve üniversite kantinleri olsa gerek…. Gelişim dinamiğinin nabzı yalnızca çarşıda pazarda değil, esas olarak buralarda atar. Benim gençliğimde Siyasal Bilgiler Fakültesi Kitaplığı istisnaî yerlerden biriydi örneğin. Hem okuma, çalışma ve insanî donanım kazanma bakımından bir yuva olarak böyleydi bu hem de insanların düşünce yapılarını, anlayış ve eğilimlerini gözlemek bakımından adeta bir laboratuar olması bakımından böyleydi. Henüz birkaç yıl öncesine kadar titizlikle gözetilen bir “açık raf sistemi” vardı ve bu sistem sayesinde istediğiniz kadar kitabı tematik olarak okuyabiliyordunuz. Kitaplık kendi alanında önemli uzmanlık kütüphanelerinden biriydi ve birkaç katlı deposunda da en az salonundaki kadar değerli kitaplar bulunurdu. Bu kütüphanede gençlik yıllarımın kaydedeğer bir bölümünü geçirmiş olabilirim. Bazen günde bir kitap biterdi. Burada iki yüz sayfa civarında bir metinden söz ediyorum; kitap denilince böyle bir ortalamayı baz alıyoruz ya da en azından ben bunu baz alırım. O gün bitmeyenler ödünç alınarak dışarıya çıkarılır ve onlar da gece biterdi. Kütüphenin okuma salonunda hemen her dönem, her konuda okuyan birkaç arkadaş bulunurdu. Pek çok dönem gördüm geçirdim ve bu gözlemim pek değişmemiştir. Yine de tek taraflı okuyan, test çözen, devamlı olarak sınavlara hazırlanan “ciddi” bir kesim de vardı. Ciddi burada iki anlamlıdır. Bu arkadaşlar fevkalade ciddidir zira sınav ve gelecek kaygısını hayatının merkezi yapmıştır ve sorunlarının çözümünde bu onlar için temel sıradadır. Onları bunun için suçlayabilir miyiz? İkinci anlamdaki “ciddi” ifadesi de bu arkadaşlarımızın gerçekten çok “ciddi” insanlar olmalarıdır. Kendileri bağlamsal düşünmek yerine hedefe odaklı yaşarlar ve genellikle o hedefin dışındaki alanlara karşı ilgisizdirler. Bu durum pragmatizmin yerleşmesiyle birlikte artık olağan sayılan bir tavırdır; kişiden “ben” merkezli, kendi çıkarlarının dışındaki olaylara fazla karışmayan bir yaklaşım geliştirmesi beklenir ve buna uyanlar bir şekilde tercih sebebi olurlar. Nitekim okulumuzun kamusal niteliğinin, gerçekte olması gerektiği gibi, güçlü ve yerinde oluşu sayesinde, bir süre sonra Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden de arkadaşlarımız “akın akın” gelmeye başladı ve elbette ki “harıl harıl” test çözdüler! Bu arkadaşlarımızın ellerinden eksik etmedikleri kronometreleri, herhangi bir insanın dayanma gücünün çok ötesine geçen çalışma tempolarıyla Milli Kütüphane başta olmak üzere Ankara’nın pek çok cafe, okuma salonu ve kitaplığında “nam saldıklarını” sonradan öğrenecektim. Elbette işleri yaşam kurtarmak olan ve bu bakımdan en kutsal işi yapan (benim de kişisel olarak hayranlık duyduğum birkaç meslekten biridir doktorluk tıpkı avukatlık gibi) bu arkadaşlarımız bütünüyle pratiğe dönük çok ağır bir eğitimden geçiyorlardı ve onlardan kalkıp sömürgecilik rafının önünde pinekleyip durmaları beklenemezdi. Yine de uzun süre ellerinde en azından bir roman görmeyi beyhûde yere bekledim ve dahası bunu arzuladım!

Bana gelince, kendi payıma pek de “pratik zekalı” bir insan sayılmam. Bu konuda zihnisinir sayılabilecek düzeyde kişiler tanırım, zekaları çok pratiktir ve her sorunu bir çırpıda analiz ederek bir takvime bağlarlar. Ellerinde bazı şemalar ve her konuya ustalıkla uyarlanabilecek “özlü sözler” bulunur ki bunlardan bir caps yığını şu anda internette terrabaytlarca yer işgal ediyor olmalı! Bu türden pratik arkadaşlar her duruma uygun teknikleriyle (21 gün kuralı, Box nefes tekniği, bedenden çıkaran (ve benim dissosiyatif olarak adlandırdığım- meditasyon vs…) karşıdakine kalp krizi geçirtecek derecede saçmalar ama -belki de bu sayede- sinirleri katiyen bozulmaz ve karşılaştıkları olay da aslında hiçbir zaman çözülmez. Arkadaşlarımız da gelişmez, olayı başka bir şey olarak görür ve kendileri de başka bir şeye dönüşür ve olay bu şekilde bir Alice Harikalar Diyarında tarzında, tuhaf ama keyifli biçimde devam eder gider… Nitekim arkadaşlarımız da bilahare; örneğin inşaatten düşen bir kiremit parçası, maç kuyruğundaki jiletli saldırgan yahut delireceği aşikâr olan sabıkalı arkadaşının ibretlik delirişi (!) neticesinde ansızın hayatlarını kaybeder (inanın hepsinden birer ikişer tanıdım, elbette üzücü hatta kahredici ama ne yapalım, feodal ilişkilerin ürettiği arkaik düzenin kalıntılarıyla hesaplaşmadan, salt meditasyon ve reiki yaparak ne yazık ki sonuç böyle oluyor!

Kendi sorunlarımı öyle büyük planlarla, hazır reçetelerle ya da mucizevi dokunuşlarla çözmek gibi bir stratejim yoktur ve böyle bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Elbette gereken durumlarda, bilime inanmanın bir gereği olarak işin uzmanlarından yardım da aldım ancak bu tür yardımlar size ancak temel ilkeler konusunda bazı çok önemli perspektifler sağlar. Benim tarzım sorunları tanıyıp onlarla açıkça hesaplaşarak ve üzerine giderek çözmek üzerine kuruludur. Bunun için de iki yöntem kullanıyorum; araştırmak ve yazmak. Bu iki yöntem de yüzleşmenin anahtarıdır ve ikisinin kapısı da düşünceye çıkar. Düşünce eyleme dönüşür ve yüzleşmeyi zorlarsınız. Yüzleşme zorlanan bir şeydir ve önemli olan sizin onu nasıl zorladığınızdır. Kişisel olarak, yaşam yolculuğum boyunca önüme çıkan her sorunu bir tür derinleşme vesilesi olarak gördüğüm için o konuda ayrıntılı bilgi ve görgü sahibi olmayı, o meselenin peşini bırakmamayı ve onu farklı açılardan derinlemesine incelemeyi seçtim. Çok okuyan mı çok gezen mi daha iyi bilir, demişler. Okuyarak gezen daha çok bilir bana kalırsa…. Kader bu ya, yaşam yolculuğumun içinde o kadar ilginç, umulmadık ve farklı sorun yapılarıyla karşılaştım ki, birbirinden çok farklı alanlarda bilgi sahibi olma şansına (ya da lanetine?) eriştim. Bunu biraz da hayat zorladı. Sorunun kendisi çözüm yollarını geliştirmeyi gerektirdi. Sorun ne kadar karmaşık ve dolambaçlı olursa çözüm o kadar yaratıcı ve derinlikli olmayı getirdi. Farklı bilgi türleri bir süre sonra birbirleriyle ilişki kurmayı kendiliğinden zorladı ve kurulan çapraz bağlantılar alışıldık olmayan bakış açılarını kazandırdı. İşte bu yüzden, yaşlandıkça kişide tam olarak neyin gelişip neyin gelişmediği ve hangi hassaların değer kazandığı konusuna benim yaklaşımım biraz farklıdır. Bütünüyle özgündür ve kendi yaşam deneyimimin içinden süzülüp gelmektedir.

Birincisi, olaylara gereğinden fazla anlam yüklememeyi ya da onları doğru biçimde çözmeyi öğreniriz. Bunun nedeni benzer koşullardan pek çok kez geçmiş olmamızdır. Herkes buna tecrübe ya da deneyim diyor ancak ben bu şekilde adlandırmayı tercih etmiyorum. Çünkü deneyim de kişinin ona yaklaşımı ve onu çözerken kazandığı yetenek ve tarzla ilgilidir. Eğer bir kişi karşılaştığı sorunla mücadele ederken kendine özgü bir tarz ve sistematik edinememişse tekrar aynı sorunla karşılaştığında yine aynı yanlışı yapabilir ya da o sorunu çözmekte zorlanır. Dahası ne olduğunu teşhis edemez. Gerçek deneyim, sonuru çeşitli açılardan ve kendi bakımından inceleme yetkinliğine ulaşmış kişilerde ortaya çıkar. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım şey budur. Sorunu ele alır ve ondan kendinize göre, kendinizi de içine alacak şekilde genişleyen bir tanıma-araç seti çıkarırsınız ve hangi aşamada, nereye, nasıl müdahale edeceğinizi dahası onu nerede kesintiye uğratacağınızı da bilirsiniz. Bu durum tıpkı bir ustanın elinden defalarca geçen bir cihaza yaklaşım tarzı gibidir (eski ustalardan, zanaatkarlardan söz ediyorum elbette) ve yaşlandıkça “bazı kişilerde” gelişen, daha iyi olan şeylerden biri budur. Bazı kişiler diyorum çünkü herkes usta olamaz. Kalfa ya da çırakken mesleğinde dikiş tutturamamış, müşteri tutamamış yahut sıkılıp başka işlere geçmiş kişiler yok mudur? Vardır elbette. Ancak gerçek bir ustanın soruna yaklaşımı farklıdır. Yukarıdaki paragraflardan birinde tıp fakültesindeki güzide doktor arkadaşlarımızdan söz ettik. Hastanelerde canla başla çalışan ve hastalarla yüz yüze en çok iletişim kuranlar da onlardır. Başlarını kitaplardan kaldırmaz, hastalarına uygulanacak tedaviler söz konusu olduğunda aralarında ateşli tartışmalara dahi tutuşurlar. Ancak uzman ve dahası mesleğe yıllarını vermiş bir doktor gayet rahat bir şekilde, onların daha önceden teşhis edemediği farklılığı bulup çıkarıverir. Hem de daha birkaç dakika bile geçmemişken! Bunun nedeni nedir? Bunun nedeni doktorun hastasıyla, hastalarıyla birlikte evrilmesi, binlerce gözlem yapmış olması, gelişmeleri ve literatürü yıllarca takip etmesi ve bunun yanında bir tür “hassa” kazanmış olmasıdır. Bu hassâya “ustalık” diyoruz. Ralite yani insan tinselliğinin bağlantı kurduğu etkileşimsel maddi gerçeklik, onunla etkileşim kuran özneyle birlikte dönüşür. Bu dönüşüm karşılıklı bir etki-tepkinin sonucudur. “Etki ve tepki yasası”, tıpkı “form eşitliği” yasası gibi, evrensel bir yasadır ve söz konusu yasanın çalışıp çalışmadığını “test etme” riskine girmenizi kişisel olarak tavsiye etmem. Sonuçları sizin açınızdan ağır olabilir. Realiteye yanlış zamanda ve yanlış biçimde müdahale ederseniz ondan farklı olması gerektiğinden farklı bir çıktı alır ve bu durumun yaratacağı başka türlü bir olasılıklar dizgesini de peşinen kabullenirsiniz. Örneğin bir radyoya ters ya da yüksek akımla yüklü bir adaptör bağlarsanız onun bozulmasından ya da olması gerektiği gibi çalışmamasından birinci derecede sorumlu olursunuz. Ya da çok daha karmaşık ve incelikli mühendislik gerektiren bir elektronik aksama hiç sürülmemesi gereken bir maddeyle yaklaşırsanız onu da çalışmaz duruma getirebilirsiniz. Bizim çocukluğumuzda yalnız birkaç yıl piyasada kalan ve CD, Plak ve kaseti aynı anda çalan “müzik setleri furyası” vardı. CD’ler piyasaya ilk defa sürüldüğü günlerde bir arkadaşımız, müzik setindeki CD oynatıcısını gerektiği gibi kullanmayı becerememiş ve CD’yi Plak tablasına takmıştı! Sonuç olarak hem CD çizilerek kullanılamaz hale gelmiş, hem plak dinlemeyi mümkün kılan iğne uç hasar gördüğünden plak dinleme imkânı da ortadan kalkmıştı. Yıllar sonra bu müzik seti tamirciye götürüldüğünde ustası onu yapamamıştı çünkü aslında üzerinde yerli bir firmanın markası isim olarak gösterilmesine karşılık ürün aslında Toshiba üretimiydi ve bir süre ülkemizde, başka bir firmanın lisansı altında üretimine izin verilmişti. Başka bir ustaya götürüldüğünde kendisi durumu derhal anladı, gerekli yerlere gerektiği biçimde müdahale etti ve müzik seti neredeyse ilk gün olduğu gibi sorunsuz biçimde çalışmaya devam etti. Bugün hala çalışıyor!

Ustalık bahsinin üzerinde biraz uzunca durmak istiyorum zira söz ustalığa geldiğinde yalnızca soyut düzlemde kalmak onu anlamak için yeterli olmaz. Ustalık her şeyden önce bir kişide cisimleşen somut bir durum olduğuna göre örnek de vermek gerekir. Böyle örnekler kavramın kendisinden soyutlandığı somut olguyu tekil düzeye kadar indirerek onu gözlememizi ve daha rahat anlamamızı sağlar. Ustalığın, kimi zaman özgün bir tarz dahası ekol yaratacak ölçüde parlamasına olanak tanıyan en yetkin örneklerini, ona geniş hareket alanı bırakan müzik ve resim gibi güzel sanatlarda görmek mümkündür. Geçtiğimiz yüzyıl bu örneklerle sıkça karşılaşabileceğimiz, bana kalırsa istisnaî bir dönemdi. Aklıma gelen ilk isim halen hayatta olan keman virtüözü Itzhak Perlman’dan başkası değil. Keman gibi fizik olarak çok zor, neredeyse insanın bedensel yapısına ters bir enstrümanda zirveye ulaşan Perlman’ın henüz dört yaşında çocuk felci geçirdiğini kaçımız bilir? Günümüz dünyasında klasik keman dinleyicilerinin hiç yoksa bir defa karşılaşmamasının imkânsız olduğu bu büyük ustanın bir inanç ve cesaret abidesi olduğunu söylemek bana kalırsa az gelir. Buna bir de yıllara meydan okuyan hevesi, hiç eksilmeyen çalışma temposunu eklemek gerekir. Kemanını eline aldığında halen o temiz, saf tınıları imzası gibi kullanır. Itzhak Perlman’ın çalışma azmi, onun artık geçtiğimiz yüzyıldaki başka bir dünyada kalan EMI Plak Şirketinin Abbey Road stüdyaolarında kaydedilen Paganini Caprice’lerinin yorumuyla bana ulaşmıştı. Albümün içine eklenen ve sanatçıyı tek başına keman çalarken gösteren o tutku dolu fotoğraflara bakmak bile bir kemancı adayını yaşamı boyunca motive etmeye, mesleğinde ilerlemek için cesaretlendirmeye yetebilir. Dur durak bilmeyen konserler, film müzikleri, belki de bütün önemli bestecilerin aranan icraları durumuna gelmiş kayıtlar… Perlman’da tutku, inanç ve yaratıcılık iç içe geçerek onun ruhunu enstrümanında dile getirmiş gibi görünüyor. Bu nedenle ustalığın aklıma gelen ilk örneği odur.

Ustalığı kişiliğinde somutlamış, ete kemğie büründürmüş bir başka isim de yine klasik müzik dünyasından ve yine geçtiğimiz yüzyılda üretmiş, orkestra şefi Herbert von Karajan’dır. Karajan hakkında başka yazılar da yazdım hatta onun hakkında bir şiirim de var; zihnimde onu bir tür estet olarak kodlamış olmalıyım. Düşünüyorum da, gerçekten tam bir masal kahramanı gibiydi… Çocukluğumda onun ardı ardına yayınlanan konser kayıtlarını bir tür huşu içinde izlerdim. Orkestrasını yönetirken kendinden geçer, onun her üyesiyle bir olarak başka bir dünyaya yelken açardı sanki. Her defasında ayrı bir heyecan ve haz yaşardı, bazen büsbütün coşarak klavseninin başına geçtiği de olurdu. Ama kendini en kaybettiği anlarda bile hakimiyetini hiç yitirmezdi. Onlarla adeta tek vücut, tek bir ruh olmuştu. Büyük şef, ustalık kavramını hem teknik hem de zihinsel düzeyde temsil eden en önemli yirminci yüzyıl figürlerinden biriydi belki de… Onun çalışma disiplini, mükemmeliyet arayışı ve müziğe adanmışlığı, ustalığın yalnızca yaşla değil sürekli keskinlik ve yoğunlukla sürdürüldüğünü de gösteren en önemli örneklerdendir. Büyük usta tam 34 yıl boyunca Berlin Filarmoni Orkestrasını yönetti ve bu süre zarfında orkestrayı dünya çapında bir referans noktası haline getirdi. Tıpkı yüzyılın başlarındaki bir başka büyük isim, Gustav Mahler gibi o da çok çalışkan ve çok disiplinliydi. Her provaya tam zamanında ve hazırlıklı gelirdi. En küçük detaylara bile müdahale ederdi. Müzisyenler onun “gözleriyle yönettiğini” söylerdi. Yüzlerce kayıt ve performans gerçekleştirdi; bunlardan Beethoven, Brahms ve Wagner yorumları hâlâ referans kabul edilir. O kadar üretken ve çalışkandı ki, talihin ve koşulların da yardımıyla, tamamına nüfuz etmenin bir dinleyici için hiç de kolay olmadığı muazzam miktarda kayıt bıraktı. Sağlık sorunları başlayana kadar tempoyu hiç düşürmedi, 80’li yaşlarında bile sahneye çıkmaya devam etti. O da Perlman gibi; tutkuyla yaptığı bir işe ömrünü verdi, çok çalıştı, yaptığı işe bir anlamda “ruhunu üfledi” ve adını ölümsüzler listesine yazdırdı. Ustalığın bir başka örneği de odur.

İkincisi, yaşınız ilerledikçe, yaşamla ilgili toplu bir bakış açısı geliştirebilmiş ve bunu sağlam temellere dayandırabilmiş olmanız gerekir. Bu bakış açısı size iki yetiyi öncelikli olarak sağlar. Bir takım pratikler ve rutinler kazanırsınız ki bunlar da esasen yukarıdaki paragrafta değindiğim gibi, kendinizi tanımakla ve kendinize göre yaşamla ilişki kurmakla ilgilidir. Etkileşimsel gerçeklik yasası devrededir ve onunla doğru biçimde ilişkilenerek etkileşimi deneyime çevirmek sizin yeteneğinize kalmıştır. Eğer sosyal olaylarla ilgili iseniz olayların gelişim seyri hakkında, bilgi kirliliğinin içinden bazı nitelik belirleyici gerçek eğilimleri bulup çıkarırsınız. Bunu yaparken pek zorlanmazsınız zira benzer şeyler daha önce de kimi küçük farklılıklar saklı kalmakla birlikte aslında yaşanmıştır. Örneğin gündelik yaşamda karşılaştığınız bir davranış kodunu, bir refleksi, bir tavrı, örtülü bir niyeti derhal teşhis edersiniz, üstelik bundan sonuçlar da çıkarır ve yaklaşım tarzınızı ona göre düzenleyebilirsiniz. Örtülü ya da açık ittifak stratejilerini, bunların altında işleyen dinamikleri, yüzeydeki bütün çeşitliliğe karşın aşağıda, diplerde sınırlı sayıda akıntılar olduğunu anlamanız, anlayabilmeniz beklenir. Örneğin, bir davranış koduna yaklaşım tarzınız gerçek bir deneyime dayanıyorsa, Türkiye siyasetinde iki ana damar olduğunu bilir (İttihat ve Terakki yani bizim de içinden geldiğimiz devrimci kanat ile Hürriyet ve İtilaf yani padişahlığın meşruti çizgide bir anayasayla sınırlandırılmasını yeterli bulan tutucu, evrimci ve geleneksel kanat) ve bütün gelişim çizgisinin esasının, kişilerin davranış kodlarından insan ilişkilerine, alışveriş tercihlerinden gündelik söylemlerine, dillerine, tutum ve davranışlarına kadar, bu iki ana damardan birinden etkilendiğini ve dahası bunun bir bakıma tahakkümü altında olduğunu ve esas olarak bunu yeniden ürettiğini bilirsiniz. Bu sistemin davranış kodlarını paylaşan kişilerden bir bölümü bunu bilerek ya da bilmeyerek sürekli çoğaltırlar; yeniden üretirler, taşırlar, farklı görüntüler verirler. Yine de bir bölümü bu gelişimsel çizginin ya da siyasal tarzın zorunlu sonuçlarından, ulaşacağı doğal sınırlardan, insan etkisine bağlı olan ve olmayan tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devinme biçiminden, bu devinme biçiminin ürettiği siyasal ve toplumsal ayrımlardan habersiz olabilirler çünkü deneyim oluşturmamış, olguyla özgün biçimde ilişkilenmemiş ve belki de basitçe yaşamamışlardır. Ayrıca yine deneyim sonucunda kültürel belleğiniz gelişerek içinde yaşadığınız toplumun, bu toplumdaki cemaat ve toplulukların davranış kodlarını, birbirlerine ve başkalarına yaklaşım tarzlarını, söylenenden çok söylenmeyeni ve yapılandan çok yapılmayanı, bunun olası nedenlerini, amaçlarını, ve strateji/tekniklerini de rahatlıkla teşhis edersiniz. Örneğin merhum dedemiz böyleydi; çok insan tanımıştı, çok şey yaşamıştı ve olayları daima yakından izlerdi. Bunun sonucunda insanlardan gruplara ve siyasal partilere kadar pek çok konuda değerini bana göre bugün de koruyan isabetli gözlemlerde bulunmuştur. Bu gözlemler ağızdan ağıza aktarılır ve pek çoğunu anlamak zor olabilir ancak tarihsel süreklilik içerisinde geçerliliği hep kanıtlandı. Bu durum bir tür toplam tecrübenin sentezlenişini ve aktarılışını yansıtmaktadır ve yaşlandıkça bu genel değerlendirme ve seziş kapasitesi bazı insanlarda gelişir. Ancak bazı insanlarda bu yetenek yoktur ve dolayısıyla gelişmesi de söz konusu değildir. Bu nedenle genelleme yapmanın mümkün olmadığını unutmamak gerekir. Yüksek lisansımı yaparken alanında duayen olmuş yaşlı bir hocamızın sözlerini burada kayda geçirmek yerinde olur; “tabii ki, onun da sezgisi ona göredir…”

Üçüncüsü, yaşlandıkça daha iyi olan şeylerden biri de insanların somut olayı sınama tarzının oturup yerleşmesidir ki bunu daha önceki yazdıklarımla birlikte ele almak doğru olur. Örneğin pratiğe değer veren ve siyasetle ilgilenen insanlar ya da bilim insanları, sözlerin daima aldatıcı ve yoruma açık olduğunu bilir. Zamansallık içinde pratiğe ve pratik gelişim eğrisine bakılmalıdır. Bilim de Ortaçağ dogmatizminin yalanlarına karşı böyle mücadele ederek gelişti. Bilim adamları ve siyaset bilimciler, teoriyi ve toplumu iyi bilmekle birlikte, çoğunlukla sözlere itibar etmez ve alabildiğine somut düşünürler. Bu durum özellikle de ilerici kesimde eskiden daha da böyleydi. İnsanların güvenilir olmadığını yaşayarak görmüşlerdir. İnsan doğası değişkendir; bir an bir şekilde düşünüp hisseden bir kişi bir kaç gün ya da yıl sonra başka türlü düşünüp bütünüyle başka şekilde hissedebilir ya da söylediklerini tamamen inkâr edebilir, verdiği sözleri alenen çiğneyebilir. İtalyan siyasal düşünür ve devlet adamı Niccolo Machiavelli bu somut gerçeği henüz Rönesans döneminin sonunda belirtmişti ve bu fiili durumu saptamaktan başka suçu olmayan düşünür yalnızca bu gerçeği ifşa ettiği için düşünce tarihinde halen lekelenmektedir. Machiavelli, Prens’e; verilen sözlerin ve yapılan anlaşmaların o anki somut güç dengelerine bağlı olduğu ve bunların, arkasındaki fiili güç ortadan kalkınca tutulmayacabileceğini, dolayısıyla Prens’in de verdiği sözleri tutmayabileceğini yazarken bütünüyle gerçek dünyadan ve acı tecrübelerden hareket ediyordu. Roma tarihinden İtalya’ya kadar uzanan pek çok siyasal olayı ve savaşı araştırmış, incelemiş ve damıtmıştı. İnsan doğasının değişken karakterini; arzuların, korkuların, çıkarların, yönlendirmelerin (bugün buna manipülasyon ya da karanlık psikoloji de diyoruz ve iletişim çağında çok daha etkindir ama inanın ki o zamanlar da vardı) ciddiye alınması gereken faktörler olduğunu, bütün bunların herhangi bir süreci sabote edip yolundan çıkarmasının kuvvetle muhtemel olduğunu o zamanlar yazmıştı. Dolayısıyla gerçekliğin siyasal ve tarihsel olgularda olduğu gibi insan ilişkilerinde de bütünüyle somut ve eyleme dönük olması gerektiğini yazmıştı. Özetle, Schmittyen bir şekilde ifade edeceksek, dostunuzu ve düşmanınızı somut pratikte tanırsınız ve siyaset de bu bakımdan özel bir ihtisas alanı değil, yaşamın genelini derinden etkileyen bütünüyle pratik ve kapsayıcı bir gerçekliktir. Bu bakımdan yaş almak kişiyi kendi yaşam politikasının asıl mimarı yapar.

Dördüncüsü, yaşınız ilerledikçe, eğer özel bir engeliniz yoksa, yorumlama ve sentezleme kapasiteniz gelişir. Aslında bu süreç bütün yaşamınız boyunca gelişir ve momentum sürekli olarak yükselir. Önemli bir zihinsel sorununuz olmadıkça yorumlama kapasiteniz çabanızla orantılı olarak genişler. Bunu basit bir örnekle açıklamak bile mümkündür. Örneğin bizim gençliğimizde kitapların altını kırmızı kalemle çizmek modası vardı. Bunu pek çok arkadaşımız babasının kitaplarından gördüğü kadarıyla hatırlayacaktır. Süreç içerisinde bu alışkanlığımı terk ettim. Bunun nedeni söz konusu kitaplarda yoğunlaştığım noktaların değişiklik göstermesi ve eskiden altını çizdiğim satırların artık benim için önemli olmamasıdır. Bu nedenle altını çizdiğim yerlerin bir sonraki bakışımda benim dikkatimi çekmesini istemem. O kitabı örneğin başka bir niyetle, başka bir yaşam tecrübesi ve ruhsal yapıyla okumuş olabilirim. Bazen öyle durumlar gelişir ki zamanında altını çizdiğim satırlar bana artık önemsiz ve hatta gülünç bile gelebilir. Bu durum resimler ve sombeller için de böyledir. Resim ve sembollerle hatta renklerle düşünmeye alışık bir zihin asla yorulmaz. Ancak gelişim uğrakları içinde hareket ederken onlara yeni ve farklı anlamlar yükler. Her defasında anlam birbirinden farklı olur, yorum değişir zira psikoloji değişmiştir, yaşam tecrübesi artmıştır ve örneğin Paul Klee’nin herhangi bir eserindeki bir balık artık ona aynı balığı ifade etmemektedir. Bu balık ona belki yakın zamanda okuduğu bir şiiri, geçen hafta gördüğü bir düşü ya da bir çocukluk anısında daha önce o şekilde düşünmemiş olduğu bir gerçekliği açıklayacaktır. Sezgileri ve bilgisi genişleyen kişinin sentezleme kapasitesiyle birlikte eleştirel düşünme ve yaratıcılığı besleyen kaynakları da olgunluğa ulaşmaktadır. Bu nedenle pek çok sanat eleştirmeni ve bana kalırsa özellikle orkestra şefinin en vurucu eserleri onların olgunluk dönemlerinde ortaya çıkar. Sentezleyici olgunluğun bir başka özelliği de farklı biçemlerdeki hakimiyet ve fazla sayıda eser üretiminin yarattığı gelişimle birlikte akım yaratıcı/ekol kurucu noktaya erişmektir. Sürrealizm türünün önde gelen ressamı Salvador Dali bana bu durumun en somut örneği gibi görünüyor. Amerikalı müzisyen Frank Zappa da bu bakımdan önemli bir örnek olarak sayılabilir.

Beşincisi, yaşı ilerleyen kişinin öz saygısının gelişmesi, yaşamda değer atfettiği kavramları ve kişiliğindeki sağlam noktaları gerekirse amansızcasına savunması gerekir. Bunun birey olmakla, bağımsız düşünmekte ve olaylara karşı gerekirse tek başına doğru tavrı gösterebilmesi ile ilgisi vardır. Ancak bu durum tutuculuk ya da esneyememek olarak yorumlanmamalı ve böyle uygulanmamalıdır. Aksine, yukarıdaki paragraflarda belirtilmeye çalışıldığı gibi, farklı bilgi türlerine vukuf ve yaşamın çeşitli alanlarına temas, kişide yobazlığı kırmalıdır. Kendi değerlerinden taviz vermeden esneyebilmeli, yaşamın çeşitli alanlarında farklı deneyimlere ve öğrenmeye açık olmalı, dogmatizme düşmemeli, önyargısını teşhis ederek onunla ilk önce kendi mücadele edebilmelidir. Yaş ile gelen öz saygının gerçekçi ve somut temeli budur.

Yaşlanmak tek başına bir olgunluk ya da kazanım sayılamayacağı gibi, kazanmak da kaybetmek de kişinin kendine eklediği değerlere ve bu değerleri gerçek yaşamda nasıl uyguladığına bağlıdır. İnsanın ruhunu onun etik tercihleri inşa eder ve bu tercihler ne kadar dengeli ve merhametli biçimde, başkasına da zarar vermeyecek biçimde yapılırsa kişi aynı ölçüde estetik bir değer yaratır. Bu estetik değer kişinin yumuşak olmasını, sert olmasını, duygusal olmasını, duygusuz davranmasını gerektirebilir. Yaşla birlikte fiziksel kapasitenin azalması ve çöküşü oranında bu değerler ön plana geçer ve saygı, yardımlaşma, etkileşim de bunlar ölçüsünde olur. Bu yol herkes için kendi doğduğu çevre, karşısına çıkan ya da çıkarılan sorunlar ile onları çözme tarzındaki yaratıcılığa göre değişir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte, tıpkı güneş ışığının eğrilmiş bir masaya vurması gibi, yaşam da insanı farklı yönlerden aydınlatabilir. Ancak masanın malzemesi iyiyse, o yine aynı masadır ve yaşamın ona sunduğu bütün değerleri kabullenebilmiş, kendisini ona göre yapılandırabilmiş ve üzerinde onun izlerini taşımayı becermiştir.

14.05.2025

Lev Tolstoy’un Edebi Mirası: İnsanlık Durumunu Anlamak

Lev Tolstoy'un bir portresi.

Bugün Lev Tolstoy’un ölüm yıl dönümü. Bu büyük yazarı anmak için birkaç satır da olsa yazmak istedim.

Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910), Rus edebiyatının en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilir ve “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina” gibi eserleriyle dünya edebiyatına damgasını vurmuştur. Yazarın çalışmaları insanlık durumunu genel bir çerçeveden ve farklı karakterlerin hangi koşulda nasıl hareket ettiklerini derinlemesine inceleyerek, sevgi, savaş, ahlak ve varoluş gibi evrensel temaları ele alır. Bu bakımdan yazarın çok boyutlu düşünce yapısı ile bundan ayrı olarak düşünülemeyecek eserleri dünyaya yalnızca edebî bir miras bırakmakla kalmamış aynı zamanda ahlaksal ve toplumsal düşünce dünyasında da derin etkiler yaratmıştır. Varlıklı bir aileden gelmesine karşılık kişisel yaşamında basit ve sade bir tavrı benimseyen, böylece sevenlerine canlı bir örnek olan Tolstoy, toplumsal adalet ve dünya barışı için verdiği mücadele ile de tanınır. Yazarın çok boyutlu olarak nitelendirilebilecek felsefesi Hristiyan mistisizminden tonlar taşıdığı gibi anarşizan ögeler de barındırır; bu özgün bileşim, aynı zamanda bir düşünür vasfı da taşımakta olan yazarın bireysel özgürlük ve toplumsal sorumluluk arasında bir denge kurma çabasını yansıtır.

Bugün, Tolstoy’u anarken, onun eserlerinin bizlere sunduğu güçlü önerileri, ahlaksal bir tını da taşımakta olan düşüncelerini ve yaşama dair bakış açılarını hatırlamak bana kalırsa ayrı bir önem taşıyor. Edebiyatın ifade gücünün yarattığı büyük etkiyle yaşadığı dönemde insanları etrafında birleştirebilen bu büyük yazar, geriye bıraktığı ölümsüz eserleri aracılığıyla bugün de bizlere ışık tutmaya devam ediyor.

Tolstoy’un da bir parçası olduğu -ve bana kalırsa roman türünü zirveye taşıyan- büyük yazarlar kuşağının yurdu olan Rusya, edebiyat alanında derin köklere sahip olan bir ülkedir. Özellikle 19. yüzyıl edebiyatı, Rusya’nın dünyaya sunduğu en büyük armağanlardan biridir. Dönemin Rus edebiyat insanları arasında Gogol, Puşkin, Lermantov, Şçedrin Saltıkov, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, sonrasındaki yüzyıla sürgün veren Maksim Gorki ve Mikhail Şolohov gibi dev isimler bulunmaktadır. Bu isimlerin her biri, bana kalırsa yalnızca biri bile yeterdi, Rus edebiyatının zenginliğini ve derinliğini gözler önüne seren önemli kişiliklerdir. Hangisini sayalım? Turgenyev ve Gogol modernleşmenin yarattığı yabancılaşmayı acı bir alayla ele alır ve yine de “dava adamı” rolünden vazgeçmezken aynı zamanda ele aldıkları karakterlerin canlı bir portresini çizerler. Bazarov örneği bugün halen gözlerimizin önündedir. Bu isimler kendilerinden sonra gelen belki de dünyanın en büyük romancısı dilebileceğimiz Dostoyevski’nin de yolunu açmakta, ona deyim yerinde ise “el vermektedirler”. Fyodor Mihayloviçç Dostoyevski’nin eserleri ise insan ruhunun gözlemlenmesinde adeta sınırları zorlayarak, insanı toplumsal sorunların ve ahlaki ikilemlerin penceresinde görür. Bu pencere ki Tolstoy’un anakronizmi göze alarak kıyaslayabileceğimiz sinematik iz düşümü Andrei Tarkovski’nin kurduğu Monetvari kadrajının tersine, merceği bir apartman dairesinin sahanlığına kurmuştur. Raskolnikov’un dar izbesi hatırlansın. Nitekim büyük yazar, “Suç ve Ceza” gibi eserlerinde bireylerin içsel çatışmalarını kırılgan bir ruhun pençesine düştüğü devasa bir anaforun sarsıntılarıyla okura aktarır. Yine de bunu yaparken anlatısını toplumsal adalet arayışlarıyla iç içe geçerek evrensel temalar etrafında şekillendirmesini bilir.

Her ne kadar yukarıda sözünü ettiğimiz yazarlar belirgin biçimde sıra dışı bakış açılarına sahip olsalar ve haklı olarak birer “klasik” sayılsalar da Tolstoy’un kendine has tekniğiyle kurduğu dünyayı, bu dünyada yarattığı çok boyutlu ve canlı karakterleri onun derinlik arayışını diğerlerinden ayırır. Bu derinlik arayışıdır ki büyük yazarın eserlerini daha başka bir boyuta taşır. Örneğin, “Savaş ve Barış” adlı eserinde, büyük tarihsel olayları bireylerin yaşamları ile iç içe geçirmesi, tek sözcükle “damlada ummanı görmesi”, okuyucuyu yalnızca bir gözlemci değil, aynı zamanda gerçek tarihin tanığı olan insanların yaşamını en canlı bir biçimde göstererek okuyucusunu hikâyenin bir parçası haline getirir. Bu durum, insanın tarihsel ve toplumsal bağlamda nasıl bir rol oynadığını da sorgulamaya yönlendirir.

Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi Tolstoy’un eserlerinde uzam daha geniş, ahşap oymalı masanın üstüne açılan haritaların ölçeği Tanrısal bakışa yakınlaşmak istercesine geniştir. Bu büyük dahi penceresini Dostoyevski gibi bir apartman dairesinde değil, Yasnaya Polnaya’nın dingin atmosferinde, ufuk çizgisini seyredebileceği bir gözlemci kulesinde bulmuştur. Yine de Tolstoy’un bireyden evrene uzanan merdiveninde insanın hikayesi âdeta bir nakış inceliğiyle işlenir. Onun kalemi, kendi iç dünyasının çatışmalarından çok, sürekli bir devinim halinde bulunan tarihsel olaylar zinciri içerisindeki insanı, kendi gündelik ilişkileri içinde merkeze alır. Böylece etkileri yüzyıllara yayılan savaşlar, önemli toplumsal dönüşümler, insanların yaşamını devasa bir değirmende öğütürcesine savuran büyük hadiseler de diğer kefeye insanın hikayesinin konduğu bir terazide aynı hassasiyetle ele alınır. Yazarın bu yaklaşımı yalnızca bireyin trajedisine değil, aynı zamanda toplumun hatta toplumların incelikli ve karmaşık yapısına dair derin bir anlayış geliştirmemize imkân tanır. Demek ki Tolstoy’un ustalığı, yaşamın en dar ve izbe koridorlarından çıkarak geniş ufuklara, ovalara, dağlara, milyonların kaderine kadar uzanır hem bireysel hem de kolektif varoluşun bir aynası işlevini görür. İşte bu perspektif, 19. yüzyıldaki diğer büyük Rus edebiyatçılarla karşılaştırıldığında onun edebî mirasına kendi rengini vererek onu ayrıksı kılar dahası kültürel zenginliğinin derinliğini, elbette bakmasını bilenler için, bir kez daha gözler önüne serer.

Rusya aynı zamanda bir düşünürler ülkesidir. Yukarıda kısaca Tolstoy’un düşünsel derinliğine de değinildi. Burada yeniden vurgulamak gerekirse; Tolstoy’un metinlerini okuyan biri, yalnızca tarihsel ve sosyal bir hikâye dinlemekle kalmaz, yaşadığı dünyanın karmaşıklığını anlamak için kendisine yeni bir pencere de aralamış olur. Yazarın kaleminden dökülen derinlikler bir yandan kişisel varoluşun uçurumlarını arşınlarken diğer yandan toplumsal katmanların iç içe geçtiği bir devasa bir bütünlüğü kat eder. Böylesine geniş bir perspektif, onu yalnızca Rus edebiyatının değil, dünyanın da sayılı düşünürlerinden biri haline getirir.

Elbette her okurun bir yazar tercihi vardır ve benim için bu tercih Ateş Fedya, herkesçe bilinen adıyla Fyodor Dostoyevski’dir. Bu kişinin benim gözümde bırakalım yazarı, deyim uygun düşerse insanın ruhunu açık bir kitap gibi okuyan bir tür evliyadan farklı yok ama bu ayrı bahis… Tolstoy ise bana kalırsa Dostoyevski’den sonra gelir. Edebiyat tarihinde sıkça yapılan bu iki büyük ismi kıyaslama yanlışlığına girecek değiliz. Bunu yapmayacağız zira günümüzde sıkça yanlış anlaşıldığı hatta anlaşılamadığı gibi, bir yeteneğin büyüklüğü bir başkasını küçültmez. Yahut birini küçültmek bunu yapanı yüceltmez. Bizce de Dostoyevski’nin kendine has büyüklüğü Tolstoy gibi bir yazarın büyüklüğünü değiştirmez. Kişinin içsel yaşamına, ruhsal dünyasına, duygularına ve vicdanına yoğunlaşan Dostoyevski’den farklı olarak Tolstoy’un eserleri, sosyal ve politik temaları ustaca harmanlayarak dönemin ruhunu yakalar. Böylece dünya edebiyatına ve insanlığın vicdanına yaptığı katkı bakımından onu tamamlar. Üstelik düşünce dünyasındaki ustalığının bir sonucu olarak romanlarında insanın yalnızca birey olarak değil, toplumsal bir varlık olarak da ele alınması gerektiğini de sık sık vurgulayarak, bana kalırsa unutulmayacak bir mesaj verir. Çok bilinen bir mecazı kullanacak olur isem, Dostoyevski dar açı lens kullanarak fotoğraf çekerken, Tolstoy âdeta bir panorama insanıdır. Dostoyevski’nin bireyinde ortaya çıkan trajedi, Raskolnikov’un ya da Şatov’un arayışında belirirken Tolstoy’da ise General Kutuzov’un yanmış toprak stratejisiyle yurdunun karnına doğru geri çekildiği geniş ovalarda, steplerde yığılan orduların sıkıştığı toprak yollarda görünür kılınmaktadır. Ama insanın trajedisi de esas olarak bu büyük hadiselerin içinde vuku bulur. Prens Andrey’in attan düşerek sonsuz gökyüzü ile baş başa kaldığı o kısacık an’ı yahut Anna Karenina’da atın ayağının kırıldığı sahneleri hatırlayınız. Bu sahneler yalnızca bir düşüş değil, belki aynı zamanda bir varoluşsal sorgulamanın da sembolüdür. Duygular, yüzlerce karakterin arasındaki bireyde içkindir; her bir karakter, kendi içsel çatışmaları ve duygusal derinlikleri ile tanımlanır. Bu şekilde bu zengin dünyanın içindeki yerimizi bulmak, yalnızca kurgusal bir yolculuk değil, aynı zamanda kendi yaşamlarımızı sorgulayarak anlamlandırma sürecine dönüşebilen önemli ruhsal olaylara bir davet anlamına da gelir.

Lev Tolstoy hakkında çok şey yazmak mümkün, ama ne derler, biraz da “tadı damağınızda kalsın”. Bugünün dünyasında sahici edebiyatı okumak isteyenlere rahatlıkla önerebileceğim bir yazardır; onun eserleri, derin bir gözlem ve insan ruhunu anlama çabasıyla doludur. Felsefî yönü de güçlüdür, insanı düşünmeye sevk eder ve hayatın anlamını sorgulama konusunda okuyucuya ilham verir. Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü’nü dinlerken ben hep onu Yasnaya Polyana’daki çiftliğinde yürürken düşünüyorum; bu yürüyüşlerin onun düşünce dünyasına nasıl bir katkıda bulunduğunu, bestecinin müziğine yapışan ilhamın tabiattan büyük yazara nasıl sirayet ettiğini hayal ediyorum. Benim düşüncemde bir yerde, sonsuzluktaki sabit bir noktada halen de o şekilde yürümekte ve yaşamı sorgulamaktadır; doğanın sade güzelliklerinde ve içsel huzurunda insanlığın varoluşsal dertlerini keşfetme arayışı içindedir.

Bu kısa bir anma yazısıdır. Büyük kişinin ruhuna ithaf edilmektedir. Onun hayatı, cesareti ve ilham verici hikayesi, bizlerin yüreklerinde daima yaşayacaktır. Herkes için örnek insani niteliklere olan bu büyük kişi, mücadeleleriyle ve başarılarıyla topluma ışık tutmuştur. Anıları, yalnızca geçmişte değil, gelecekte de bizlere umut aşılayacaktır.


Onur Aydemir 
20 Kasım 2024, Ankara

11.05.2025

Dostoyevski'ye Yüzeysel Eleştiri: Edebî Bir Kayıp!

Her gün kültürel ve edebî anlamda yeni bir dip noktaya ulaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde okumak gafletinde bulunduğum sözüm ona bir "eleştiri" yazısı da bahsettiğim vahim tablonun yakın zamanda rastladığım nadide örneklerinden biriydi. Nitekim yazarı üzmemek için burada onu anmayacak, kendisine herhangi bir atıfta bulunmayacağım. Bu satırlarda yalnızca bahse konu "eleştiriyi" okurken çektiğim derin ruhsal ıstırabı hata “azâbı” ifade etmekle yetineceğim. Mübalağa ettiğim zannedilmesin zira "azap" böyle bir yazıya “maruz kalmanın” gerçek bir okurda yarattığı etkiyi ifade edebilecek birkaç sözcükten biridir. Hissettiğim bu “azap” iki yönlüdür; birincisi, büyük yazarla temasa gelen bir ruhun nasıl olup da böyle yüksek bir insânî karşılaşmadan bu ölçüde “az nasiplenerek” çıkabileceğine katiyen akıl sır erdirememem, ikincisi ise bu derece ruhsal çoraklığın böyle açıktan, rahatça ifade edilebilecek noktaya kişiyi getiren sığ şuur hakikatine vâkıf olamamamdır. Bana kalırsa bir klasiğin, Sigmund Freud’un ifadesiyle insan eliyle yazılmış en büyük romanın yazarının bir tür “Cin Ali” düzeyinde “alımlanabilmesi”, üniversite derecesi olan birinin kaleminden çıkmış alelade bir “garabetin” sınırlarını çoktan aştığı için, üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir toplumsal “fenomen” olmalıdır. Öyle olmalıdır zira bu hâl pek tekin bir hâl değildir;  toplumsal bir çöküşün, kültürel bir erozyonun ve edebî derinliklerin gözden kayboluşunun da bir göstergesidir. Hâsılı, bir “eleştirinin” yarattığı mikrokozmosta nasıl bir çağda yaşadığımızı bilvesile yeniden idrak ettim ve bu derin boşluk, beni hem düşündürmekte hem de endişelendirmektedir. Zira bu tür eserlerin güçlenmesi, böyle kalemlerin utanç duymadan yazı yazabilmesi, literatürümüzün geleceğini tehdit eden bir unsur olarak karşımda durmaktadır.

Eminim bu eleştiri yazısının içeriğini siz de merak ettiniz. Ama biraz sabır ve anlayış buyurulsun zira benim şu an yapmakta olduğum da pek kolay bir iş sayılmaz. Çünkü “eleştirmen” yazarımsı’nın aksine benim yazı yazarken birilerine “mesaj vermeye çalışmak” ve böylece gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan birini ayaküstü heder etmek gibi özrü kabahatinden amaçlarım olmadığından kendisini anmıyorum. Bu nedenle yazısına da referans veremiyorum. En azından yazar adına “utandığım” ve şahsının göstermeye içgörüsünün yetmediği teeddübü onun nâmına ben yüklenmiş olduğum için bakın ne kadar da yorucu bir işe girişmş durumdayım!  Kısaca açıklamam gerekirse, “eleştirmen yazarımsı kişi”, yazmaya “cüret” ettiği Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki Stepan Trofimoviç'ten hallice, kimsenin bilmediği ve anlamadığı bir ruh yüceliğinde gezinen bir entelektüeldir. Dolayısıyla, onun itibarını korumak yalnız benim değil, aslında herkesin görevi olmalıdır. Nitekim kendisi bir yönüyle sözünü ettiğimiz Trofimoviç’e benzerken (Karmazinov ve Belinsky kendisiyle bir defa, ama yalnızca bir defa ve ona “notunu verene kadar” muhattap olmuştur ve bu bakımdan çok kişi tanır) diğer yönüyle hapishanede “yün eğiren” Sürgündeki Büyük Adam Gottfried Kinkel’e benzer. Böyle kişilerin bir Todorov, bir Şklovski ve Belıy kıratında olmadığını kim iddia edebilir? 

Marx'ın Sürgündeki Büyük Adamlar eserinde eserinde"dalgasını geçtiği" Gottfried Kinkel.

Okurlarım alelade bir eleştiri yazısına neden bu kadar tepki gösterdiğimi sorabilirler. Hatta aralarından bazıları; “Aydemir niçin böyle keskin bir belâgat, amansız bir polemik yürütmektedir, yoksa yazara kişisel bir garezi mi vardır? diye sorabilirler ve haklı da olurlar. Hayır sevgili okur, yazarla bir husumetim yoktur ve olamaz zira kendisini tanımam bile. Ama husumet aşkın zıttıdır ve en az onun kadar şedit bir hissiyattır derler. Eleştirmeniyle bir husumetim bulunmasa da Dostoyevski ile aramda bir tür “aşk” ilişkisi, sonsuzlukta kalplerin bir olmasından kaynaklanan bir kalp ilişkisi olduğunu neden inkâr edeyim? Büyük yazar yaşamıma hatta bizim gibi insanların belki de ilk gençlik yıllarındaki yalnız gecelerine, aşklarına, korkularına, umutlarına hoş sohbet bir arkadaş gibi sokulduğundan beri hatta bizi düpedüz bir katille empati yaptırabildiğinden beri böyledir bu.. zira Dostoyevski’nin eserleri, insan doğasının derinliklerine inen, varoluşsal soruları irdeleyen ve ruhsal çatışmaların özüne parmak basan, tasavvuru imkânsız ustalığı ile vicdanı zorlayan en güç bahislere dokunan metinlerdir; bu nedenle ona karşı duyduğum hayranlık ve sevgi aslında son derece sağlam bir temele dayanıyor. Her satırından, hayatın karmaşası ve insan ruhunun karanlık köşeleri hakkında birçok şey öğrendim ve hâlâ da öğrenirim ve dahası “öğreniriz”. Çünkü biliyorum ki yalnız da değiliz, çok kişiyiz. En azından o varken ben asla yalnız değildim. Üstelik onunla ilgili gözlemlerimi ve hislerimi de bir kenara bırakamam, onunla uzun saatler, günler ve yıllar boyunca yaptığım pek çok diyalog ancak bir ömür boyu sürecek türden ruhsal bir bağ oluşturmaktadır. Durduk yerde aklıma ondan bazı cümleler gelir, inanmayacaksınız belki ama bu doğrudur. Kimi zaman Raskolnikov kimi zaman Vrazumihin, Sonya ve Alyoşa olurum. Yanıma ansızın Dimitriy sokuluverir. Sefih adam Pavloviç beni pis eğlencelerine davet eder yahut ateşli devrimci Şatov kulağıma yakıcı bir düşünce fısıldayıverir! Hâsılı Dostoyevski içimde sanki ikinci bir insan gibidir. İşte sevgili okur, ben bu derin ilişki içerisinde, onun fikirlerini tartışmayı, savunmayı ve gerektiğinde eleştirmeyi bir yükümlülük olarak gördüğüm gibi, onun hakkını müdafaa etmeyi de en tabii bir hak ve mecburiyet olarak görüyorum. Çünkü sevgili okur, aşk, yalnızca kabullenmek değil, aynı zamanda sorgulamak, derinleşmek ve büyümektir de…

Ellerim titreyip içim kan ağlayarak da olsa, bir tür "insan harikası" olan bu eleştirinin habis içeriğine geçiyorum. Dostoyevski’nin has okurları bu türden bir edebî cinayeti kısmen de olsa filme aldığım için beni bağışlasınlar!

Sahici bir dil ustası olan “eleştirmenimiz” yazısına girerken, Fyodor Mihayloviç hakkında artık tekrarlanıp durmaktan “bayatlamış” bulunan bir takım yüzeysel düşünceleri “bir kez daha tekrarlayarak” henüz metnin başında hem okuruna fenalık getirmeyi başarıyor hem de entelektüel kibirini sergiliyor. Üstelik yazarın duyarlılığı üzerinden kendince insan bilgeliğinin derecesini gözümüze sokmaya çalışmakla daha ilk adımda had bilmezliğini başarıyla teşhir ediyor! Görünen o ki, "eleştirmen yazar", Vikipedi ve Google gibi "seçkin" bilgi kaynaklarından “sörfümsü” bir araştırma yapmış ve büyük yazarla ilgili sıkça tekrarlanan kimi pespaye lafazanlıkların en pespaye olanlarını başarıyla seçmiş! Bütün bunları alt alta yazınca da “eleştiri” olacağını zannetmiş! Doğrusu ben, moda tabirle “accaayip etkilendim!” Aslında eleştirmenimiz böyle bir işe girişmekle, en fazla “çember çevirerek araba kullandığını” ya da “sandalyeleri yan yana dizerek çadır kurduğunu” zanneden bir çocuğa benziyor ama çocuk sâfiyetine ve yaratıcılığına duyduğumuz saygıdan dolayı şimdilik derin bir nefes alarak sabırla okumaya devam ediyoruz. Öyle ya, belki bir çocuktan beklenen o anlık zeka sıçramalarını, keskin düşünce parıltılarını tadabilir ve bir kez olsun tebessüm edebiliriz. Heyhât, ne mümkün! Eleştirmenimiz bizi metni okumaya devam ettiğimiz için adeta kendimizden utandırırcasına, her adımda tüyleri diken diken eden bir cehâlet, lise kantinlerindeki edebiyat tartışmalarında dahi affedilmeyecek bir basitlik ve üstelik ancak öz farkındalığın yerlerde sürünmesiyle izah edilebilecek türden yontulmamış bir küstahlıkla yazmaya devam etmekte, kendi “kutsal amacını”; yani ne kadar da muhteşem ve inanılması güç derecede bir "insan" olduğu “gerçeğini” kafamıza kafamıza vurmaktadır. Üstelik bunu yaparken, Ayn Rand gibi "düşünürlere" rahmet okutacak türden, hiçbir derinliği olmayan sekizinci sınıf neoliberal görüşleri kesinlikle farkında olmadan (farkında olması yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla teknik olarak da mümkün değildir) savunarak siyasete de girmektedir! Nasıl mı? Şu ana kadar okumayı midesi kaldıran okurlarımız varsa bundan sonra “metni” meâlen “deşerek” bunu açıklayacağım. Metnin kendisini “otopsi görüntüsü” vermemek için deşemiyorum zira okuruma duyduğum merhamet bana mâni olmaktadır.

Buna göre, büyük yazar Dostoyevski, kendi aptallığı ve saçma sapan yaşamı ile yüzleşme başarısını gösterebilmiş olgun bir adamdır (gülmeyin! akıllara ziyan bir dizi safsatadan ibaret laf kalabalığını çıkarıp mantıksal argümanın çekirdeğine ulaşırsak tamı tamına böyle diyor) Eleştirmenimiz Dostoyevski'den anlaya anlaya bunu anlamıştır. Ama üzülmesin! Kolhozdaki mujik de onun için "bırakın o hasta alkolik zavallıyı" diyordu. İsteyen kişi bugün Beyaz Rusya ya da Sibirya’daki herhangi bir domuz çiftliğine gidip sorabilir, alacağı yanıt tam olarak budur. Demek ki eleştirmenimizde temayüz eden yüksek entelektüel derece kolhozdaki mujiğe, edebiyatı filan bırakıp işine bakması için söylenen şeyle aynıdır. Bilgelik dolu bir yazının içinde zekânın parlaması da bu olmalı herhalde… Eleştirmenimize göre, büyük yazar hayatını deyim yerinde ise bozuk para gibi harcamış, kumar oynamış, ekmeği alkole banmış, zamparalık yapmış, bir takım politik işlere kalkışmış, şöyle de yapmış böyle de yapmış… Hakikaten inanılmaz saptamalarla karşı karşıyayız! Dostoyevski’nin eleştirmenimiz gibi “kafayı çalıştırıp” kısa yoldan köşeyi dönmek için bir çeşit atraksiyonlar türbülansına girmek gerine hadsizlik yapıp politik olaylara karışması, aşık olması, hayatın anlamını araması gibi boş beleş işlerle uğraşması affedilecek şey değil doğrusu! Kısacası, işte böyle aptalca yaşamış, tuhaf maceralara yelken açmış, ama sonunda "aman ne yaptım ben böyle yahu!" da diyerek “imana gelmiş” Nasreddin hocavari bir tür zamane mucizesi ile karşı karşıyayız! İşte böyle sekizinci sınıf, yontulmamış, insanlık denilen şeyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan, pek de yüz yüze gelmediği anlaşılan vicdan mefhumuna sahip kişilere alenen "plansız programsız şarampole yuvarlamış bir tür serseri" gözüyle bakıp "acıyan" (bu durumda baş serseri de, hayatı boyunca hiçbir estate'e kalıcı olarak bağlanmamış ama şimdiye kadar görülen en dayanıklı siyasal yapıyı kurmuş avare yalnız gezer J.J. Rousseau olsa gerek, insanlık tarihinin gördüğü en büyük filozof yani) kısacası özrü kabahatinden büyük, inanılmaz bir çıkarımlar zinciriyle karşı karşıya bulunuyouz! Bu noktada, Dostoyevski’nin eserlerinin derinliği, varoluşsal sorgulamaları ve insana dair derin içgörüleri, göstere “göstere”, yazarın kendisinin de bir çeşit “başıboş” bir hayata sahip olduğunu gösteriyor; bu da bireyin toplum içinde yaşadığı çelişkileri ve içsel çatışmaları anlamaya değil, ona “acımaya” ve onun kendisine acımasına empati “lütfetmeye” dönüşüyor! Böylece, "eleştirmen yazarımsı" kişi, yabancılaşma ve modernitenin yaşattığı kültür şoku gibi fenomenlerle tamamen alakasız olduğu gerçeğini alenen cemiyete ilan etmekle kalmıyor; bu hissiyatı derinden duyumsayan vicdan sahibi gerçek insanları da bir tür "loser" olarak kodlama ayrıcalığına erişiyor. Böylece, bu karşıt tepkinin, sınıf atlamacı ilişkilerin çıkarıcı samimiyetsizliğine karşı bir reaksiyon, algısal düzeyde bir direnç veya büsbütün bilinçli bir tercih olabileceği gerçeğini kesinlikle anlayamıyor; onun anlamaya gücünün yetmediği şeyleri idrak edebilen "sıradan insanları" ise aklın sınırlarını zorlayacak bir şekilde hakir görüp aşağılıyor ve empati yoksunluğunda yeni bir zirveyi işaretliyor. Burada da kalmıyor, merhamet duygusunun yakınından bile geçmeyecek, cangıldan hasbelkader fırlamış çeşitli orman hakikatlerini, bir tür şecaat-sirkat diyalektiği içinde okurun üstüne başarıyla boca ediyor. 

Eleştirmenimizin gözünden Dostoyevski bu olmalı!

Yazarın karmaşık ve çok katmanlı   eserlerinin derinliğini anlamadan yapılan bu tür eleştirilerin yalnızca edebî bir yanlış anlama değil, aynı zamanda insanî bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. "Eleştirmenimizin" yazarın eserlerini ve karakterlerini anlama kapasitesinden tamamen yoksun olduğunu görmek yalnızca analitik zekasının ve yazarlık kabiliyetinin değil aynı zamanda insanî duyarlılığın ve empati yeteneğinin de ne denli eksik olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca, Dostoyevski'nin eserleri yalnızca bir hikaye anlatımından öte, insan ruhunun derinliklerini keşfeden bir yolculuğu da temsil eder; bu eserler, okuyuculara derin bir düşünsel ve duygusal deneyim sunar. Böylesine derinliksiz ve anlamsız bir yazının, büyük yazarın karmaşık dünyasını basite indirgediği ve onun derin insani duyarlılığını hiçe saydığı gerçeğiyle yüzleşmek ise bir okur olarak en azından benim için çok acı verici; çünkü bu durum, sanatın ve edebiyatın sunduğu derin anlayışın göz ardı edilmesine yol açmakla neredeyse aynı şeydir. Oysa ki, Dostoyevski'nin karakterleri aracılığıyla sunduğu insan deneyimi, bize sevgi, acı, yalnızlık ve toplumsal krizler gibi evrensel temaları anlamamızda yardımcı olur ve bu temalar esasen insan varoluşunun da özüdür. Her bir karakter, kendi içsel çatışmalarıyla, toplumun çelişkileriyle ve insanlığın karanlık yönleriyle yüzleşirken, okuyucuyu bir ayna gibi yansıtır. Bu yüzden, söz konusu eleştiriyi okuduğumda içimde büyük bir hüzün ve hayal kırıklığı oluştu; çünkü bu tür bir anlayışsızlığın, kültürel ve sanatsal algımızı daralttığını düşünüyorum. Çünkü edebiyat, yalnızca kelimelerin bir araya gelmesi değil, aynı zamanda derin duyguların, karmaşık karakterlerin ve toplumsal gerçeklerin bir bütün halinde sunulmasıdır. Dostoyevski’nin eserlerinde bu unsurlar o kadar ustaca işlenmiştir ki, bir eleştirmenin görevini yerine getirebilmesi için öncelikle bu derinliğe saygı göstermesi gerekmektedir. Sonuç olarak, kalemini nasıl kullanacağını bilmeyenlerin, büyük edebiyatçılara temas etmeden önce oturup iyice düşünmeleri gerekir çünkü yanlış bir dokunuş, edebiyatın soyut dünyasında telafisi zor yaralar açabilir.

Gerçek ve "otantik" diyebileceğim bir Dostoyevski okuru olarak beni en çok yaralayan olgu, eline kalemi geçirmiş herhangi birinin, böyle basit ve içeriksiz bir yazıyla büyük yazarı anabileceğini düşünmesi oldu. Üstelik eleştirmen bununla da kalmamış, Sigmund Freud'un Dostoyevski ile ilgili yazdıklarından hareket ederek okuruna ibretlik mesajlar vermeye de çalışıyor. Neresinden tutmalı bilmem. Yazının yüzeyselliği mi, yazarın hiç anlamadığı bariz olan konularda bilgelik dersleri vererek ukalalık yapması mı yoksa hepsinin doğal sonucu olarak okurunu aptal yerine koyması mı? Cahil cesareti demek yerinde olurdu belki ama kesinlikle eksik olacaktır. Çünkü bu durum yalnızca edebiyat açısından bir küfür değil, aynı zamanda insan doğası üzerine yapılan en ince analizleri bile geçersiz kılacak bir pervasızlıktır ve bu tür yazılar okura sunulan değeri sıfıra indirmektedir. Dostoyevski'nin derin bunalımlarını, insanın iç çatışmalarını ve ahlaki ikilemlerini popülist bir anlayışla çarpıtmak, eserin ruhunu bütünüyle yok eder; bu da sanatla düşünce arasındaki o ince çizgiyi ortadan kaldırır. Dolayısıyla, edebiyatı yukarıdan bir bakış açısıyla ele almak, yalnızca bir nesneyi değil, aynı zamanda onun arka planda taşıdığı bütün kültürel ve tarihsel değerleri de gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Eleştirmenimizin okumalarını kuaförde yaptığı
düşüncesi yakamı bırakmamaktadır! 

Bir Dostoyevski hayranı olarak, her satırında derin bir hayal kırıklığı yaşadığım bu yazıya karşı içimde derin bir öfke ve tiksinti uyandığını söylemem sanırım en doğrusu olacaktır. Dostoyevski'nin derinliklerini anlamaktan aciz biri tarafından kaleme alınmış bu yazı, büyük yazarın eserlerinin büyüklüğünü ve değerini hiçe saymakla kalmamış, okurun içindeki merhamet ve empati duygularını zedeleyecek kadar yüzeysel ve anlamsız bir yaklaşımla yazarın dünyasını yok etmiştir. Proleterlerden aristokratlara, ruhsal buhranlardan varoluşsal sorgulamalara kadar geniş bir yelpazeyi ele alan Dostoyevski, okuyucularını insanlığın karanlık yönleriyle yüzleştirirken kendi derin acılarını ve sevinçlerini de yansıtır; fakat sırf yazmış olmak için, entelektüel kibir ve kişisel mesajlar için kaleme alınmış böyle edebiyat ucubeleri, böyle bir derinliğe ulaşmak şöyle dursun onun yakınından bile geçememiştir. Bu durum, okuyucunun yazarın felsefi ve psikolojik tartışmalarına katılma isteğini de engellemekte, onu eleştirmenin yüzeyselliğine mahkum etmektedir. Bu yüzden, Dostoyevski'nin eserlerinin zenginliği ve derinliği karşısında bu yazının yaratmaya çalıştığı ön yargılı yaklaşım, gerçekten acı verici bir kayıptır.

Okurdan âcizane dileğim şudur; Dostoyevski gibi bir yazarı böyle bir vasatta  okuyacak iseniz eğer, teşebbüs dahi etmeyin. Bana kalırsa hem enerjinizi boşuna harcamamış hem de insanlık nâmına çok hayırlı bir iş yapmış olursunuz. Zira Dostoyevski okumak edebî bir zevkin ötesinde, insan ruhunun derinliklerine inmek ve varoluşsal sorgulamalar yapmak için bir araçtır da. Eserlerinde yer alan insan doğasının karmaşıklığına dair derin gözlemler, okuyucuya merhametin beklenmedik anlarda ortaya çıkan ışığını yansıtmaya da gerçeğin çirkin yüzünü göstermeye de aday olabilir. Bu yüzden, Dostoyevski okumak her zaman sizi "şık gösteren" entelektüel bir takı değildir, yerine göre "çirkin de gösterebilir". Üstelik onu bu şekilde basite indirgemek çirkinliğin ötesinde bir çoraklığı da işaretleyebilir. Zira çorak ruh dünyalarında büyük yazarların armağanı olan mümbit meyveler yetişmez çünkü bu tür eserler, okuyucunun kendi içsel mücadelesine de ayna tutar ve onlara insan olmanın getirdiği anlayıştan kaynaklanan bir sorumluluk da yükler. 

Üniversite yıllarımızda “orta son kompozisyonu” diyerek biraz da küçümsediğimiz yazılar okuduğumuzu anımsıyorum. Ancak günümüzde edebiyatın, eleştirinin geldiği hâli görünce cidden çok üzülüyorum; içeriği boş, anlamı yüzeysel olan bu yaklaşımlar, büyük yazarların değerini azaltmaktan başka bir işe yaramaz. Ateş Fedya'yı mezarında olsun rahat bırakmayı bilmek gerekir; onun derin mesajlarını ve insan psikolojisindeki yansımalarını yeterince kavrayamayanların, eserlerine saygı duymaları ve mümkünse hiçbir şey yazmamaları da yukarıda bahsettiğim insanî sorumluluğun yüklediği bir tür gereklilik olmalıdır. Bu nedenle, dostlarım, eğer Dostoyevski'yi anlamaya niyetleniyorsanız, öncelikle kendinize bakmayı bilmelisiniz. İnsanın kendisine bakması çok parlak bir cisime, güneşe bakmaya benzer. Biraz zorlanacaksınız. Ancak o zaman yazmaya niyetlenin ve emin olun edebiyat işte o zaman sizinle “konuşmaya” başlayacaktır.

Onur Aydemir
Mayıs 2025, Ankara


Son not: Kişisel olarak polemik sevdiğim bir tür değildir. Ancak gerektiği zaman kullanabileceğim ve kullanılması da gereken bir tür olduğunu düşünüyorum. Gösteriş yapmak ya da “mesaj vermek” kastıyla büyük düşün insanları ve yazarlar hakkında yazmak bana göre bunun sonucunda polemiği göze almaktır. Bu gibi basit amaçları olan kişilerin “eleştiri” yapmak için kendi düzeylerinde kitaplar seçmeleri iyi olur. Nitekim günümüzde bu gibi neoliberal “adam çarpma kitapları” vardır; patron nasıl kandırılır, rakip nasıl çıldırtılır, 130 saniyede satış nasıl yapılır gibi kitaplar bunlara örnektir. Bunlar da kitaptır bunların eleştirisi de yapılabilir ve yapılmalıdır.