“Soruşturma” her şeyden önce bir tiyatro metni yani sahnelenmek üzere hazırlanmış bir metin; bir oyun. Buna karşılık eserin bu özelliği onu bir kurmaca haline getirmiyor. Yazarı Peter Weiss, çalışmasını ortaya çıkarırken dava dosyalarını taramış, derinlemesine araştırmalar yaparak, tarihsel verilere ve tanıklıklara dayandırmış eserini. Kısacası, bir tür belgeselle karşı karşıyayız; bu belgesel unsurları, izleyicileri düşündüren, tarihi olayların ciddiyetini vurgulayan bir yapı sunuyor. Bu niteliği de onu, Holokost’un gerçeğini dünyaya açıklamak ve kitlelerin dikkatini canlı tutmak amacını güden etik bir girişim hüviyetine bürüdüğü için orijinal ve ayrıksı hale getiriyor. Nitekim “Soruşturma”, hem Doğu hem Batı Almanya’da hem de İngiltere’de aynı gün sahnelenerek bu kıymetli amacına ulaşmış gibi görünüyor; gösterimlerin ardından seyircilerde bir farkındalık yaratılması, belleklerin tazelendiği ve kayıpların yüreklerde hissedildiği bir atmosfer oluşmasını sağlamıştır.
Almanya’nın Holokost geçmişiyle hesaplaşmaya çalışması bitimsiz bir eylem, günümüzde de süregelen çok yönlü bir tür “kolektif çaba” olarak anlaşılmalıdır. Bu elim ve benzersiz olgunun ağır yükü, karaltısını halen bütün insanlığın üzerine düşürmekte olan devasa bir yapı gibi, geçtiğimiz yüzyıldan günümüze ve daha ötesine uzanmaktadır. Bu nedenle bahis konusu edilen hesaplaşmanın tamamlanabilecek türden bir şey olmadığını aksine sürekli bir hatırlama çabasını gerektirdiğini artık herkesin idrak etmiş olması gerekir. Zira, bu travmatik miras yalnızca Almanya’nın değil, aynı zamanda dünya üzerindeki pek çok farklı toplumun da ortak dramını temsil etmektedir; dolayısıyla bu hesaplaşma süreci, herkesin sorumluluk ve katılım göstermesi gereken bir tür mücadele halini almaktadır. Tek cümleyle ifade edecek olursak politik, hukuki ve ahlaki bir yükümlülük olarak kendini hatırlatan, hatta dayatan, bir benzerine daha rastlamanın imkânsız olduğu çok yönlü bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Her bir yeni nesil, bu tarihi olayların ağırlığını hissetmeli ve onları unutmamak için gereken adımları atmalıdır; böylece bu acı hatıra, zamanla bir öğrenme sürecine dönüşerek insanlık adına bir ders niteliği kazanabilir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca geçmişte kalmış bir zaman dilimi değil, aynı zamanda günümüzün şekillenmesinde de önemli bir rol oynamaktadır, bu nedenle bu tartışmaların sürdürülmesi ve geçmişle yüzleşmenin sağlıklı bir şekilde yapılması gerekmektedir.
Kaynağını somut olaylardan alan; bütünüyle tanık/sanık ifadeleri ve belgelerle kanıtlanmış gerçeklere dayanan tarihsel bir metinle karşı karşıya olduğumuzu yazının girişinde belirtmiştik. Nitekim yukarıda andığımız geçmişle hesaplaşma girişimlerinden biri de Frankfurt’ta cereyan eden söz konusu yargılamadır. İnsanlık tarihine geçecek kadar önemli olan Nürnberg duruşmalarından yıllar sonra, Frankfurt’ta da Holokost gerçeğiyle hesaplaşma, sorumlulardan ve suçlulardan hesap sorma yönünde önemli bir adım atılmıştır. Ancak bu girişim gerek dönemin Soğuk Savaş konjonktürüyle yüklü politik atmosferinin gerekse de (bundan da beslenen) Doğu-Batı ayrımının güçlü siyasal motivasyonlarıyla da karakterize olmaktadır.
Doğu Alman savcının Holokost gerçekliğini faşist ideolojinin neredeyse zorunlu bir sonucuna ya da onun ayrılmaz bir parçasına dönüştürme gayreti söz konusu reel politik durumun bir göstergesi olmalıdır. Nitekim toplama kamplarının işleyiş tarzı da “ölümün fabrikasyonu” nitelendirmesini haklı olarak ortaya çıkarmış ve insan aklının ötesine geçen, anlam vermenin çok zor olduğu türden bir gerçeklik yaratmıştır. Fabrikasyona dönüşmüş ölüm, sömürüyü her türlü sınırın ötesinde bir alana taşıyarak, milyonlarca insanı fiziksel olarak da tüketene kadar aşamalı biçimde ve sonuna kadar gerçekleştirmiştir. Bu sürecin hakim kapitalist üretim tarzının fordist biçimiyle örtük de olsa mukayese edilmeye çalışılması reel politik yükle olduğu kadar yukarıda belirtilen anlam atfetme güçlüğüyle de ilişkili olabilir. Ancak toplama kampı deneyiminin sadece kitlelerin değil, aynı zamanda bireylerin de yaşamlarını derinden etkileyen ve günümüze dek etkilerini sürdüren travmalarla dolu olduğunu da unutmamak gerekir. Öyle ki milyonlarca kişiye yaşatılan akıl almaz eziyetle öne çıkan insanlığın bu dönemine dair hatırladığı ve unutmaması gereken acılar, ilerleyen zamanlarda insan hakları ve adalet arayışlarına daha güçlü bir temel oluşturmuştur.
Nitekim eserin 48. sayfasında (1996) siyasal sistemi toplama kampı metaforunda somutlaştıracak şu konuşmaya rastlamak mümkündür;
Yalnız kurnazlar sağ kalıyordu
açıkgözlüğü bırakmayanlar
her gün birşeyler elde edenler
yaşayabiliyordu
Hastalar
sıkılganlar
nazik olanlar
şaşkınlar beceriksizler
kederliler kendilerine acıyanlar
ayak altında kalıp
eziliyordu
Bu sözler, toplama kampı ortamında hayatta kalmayı başaranların özellikle hayatta kalma becerilerini ön plana çıkarmakta; aynı zamanda sistemin acımasız doğasını da gözler önüne sermektedir. İnsanın zaaflarının ve kırılganlıklarının nasıl istismar edildiğini gözler önüne seren bu şiirsel çizim, o dönemin karanlık yüzünü tahayyül sınırlarını zorlayacak ölçüde yansıtmaktadır.
Yukarıda kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi, Doğu Almanya’nın Holokost hesaplaşması sonrasında kurulan siyasal rejim, belirsizliklerle dolu bir geçmişin izleriyle iç içe geçmiş bir zeminde bir tür faşizm eleştirisini içermekte, aynı zamanda Weimar dönemine uzanarak Alman başarısız devrimine çektiği hatla tarihsel bir süreklilik ve tutarlılık iddiası da taşımakta ve bu bakımdan bütünleşik bir tarih okumasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede, geçmişte yaşanan travmaların toplumsal bellekteki yansımaları, sadece mahkeme salonundaki somut kanıtların tartışılmasıyla sınırlı kalmayıp, bireylerin günlük yaşamlarına ve toplumsal dinamiklere de sızmakta ve savcının kişiliğinde hayat bulmaktadır. Federal Almanya içinse durum çok daha karmaşık ve ağır görünmektedir. Soğuk Savaş cepheleşmesinde kapitalist dünya alanı içinde kalan Federal Almanya, çoğu eski dönem Nazi geçmişiyle yüklü bir bürokrasiye sahipken, dahası bu partiye bir şekilde bulaşmış kişilerin devlet yönetimindeki bürokratik tecrübelerine ihtiyaç duymakta, onları yeni süreçte işlevsel olacak bir insan kaynağı olarak “kullanmaya” da çalışmaktadır. Bu durum, geçmişin gölgelerinin günümüzde bürokratik aygıta, iktidarın kuruluş dinamiklerin hatta devlet biçimlerine nasıl sirayet ettiğini gösteren dikkat çekici bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim eserde konuşturulan sanıkların, ki sanık ve tanıklara numara verilerek konuşturulmaları toplama kamplarının geçmişine yapılan acı bir göndermedir, kendilerine isnat edilen suçların neredeyse tamamını reddettikleri görülmektedir (1996: 70). Dahası, çoğu, geçmişte ettikleri askerlik yeminlerine ve bunun bir parçası olan gizliliğe sadık olduklarını ima eden konuşmalar yapmaktadır (129). Bu kişilerin mahkemede gösterdikleri tavrın açıkça yansıtılması, Holokost suçuyla hesaplaşmanın bitimsiz bir görev olduğunu ve esasen günümüzde önemini koruduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici bir göndermedir. Almanya her ne kadar savaşın yıkıntıları arasından bambaşka bir ülke yaratmaya çalışsa da, Nazi geçmişi bürokratik artıklarıyla, düşünme biçimiyle, hatıralarıyla halen ayaktadır. Toplum, bu geçmişle yüzleşme sürecinde, zor bir ikilemi yönetmek zorunda kalır; geçmişi inkâr etmek ya da kabullenmek arasında bir denge kurmak, aynı zamanda toplumsal adalet arayışı içinde bir meşruiyet oluşturmak gerekliliğiyle yüz yüze gelir. Nitekim 1970’lerde Almanya’yı deyim yerindeyse “sallayacak” olan Kızıl Ordu Fraksiyonunun (RAF) hareket edeceği etik-politik tarihsel zemin de esasen ve tam olarak budur. Bu “reel politik yük” davanın seyrine, cezalandırmanın görece “hafifliğine” de yansımış gibi görünmektedir; bu durum, geçmişle yüzleşmenin ve kolektif hafızanın yeniden inşasının ne denli karmaşık ve çok boyutlu bir sürecin parçası olduğunu gözler önüne sermektedir.
Eserin Türkçe çevirisinin Türkiye’nin en büyük şairleri arasında gösterilen mehum Ülkü Tamer tarafından yapılması okur için başlı başına bir talih sayılmalıdır. Özellikle edebi mirasın korunması, yeni nesillere aktarılması açısından bu tür çevirilerin öneminin büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim çeviri talihinin eserin güncelliğine de yeni bir soluk katacağını ve okunmasının edebî bir deneyim olarak düşünülebileceğini iddia ediyoruz. Ülkü Tamer’in eşsiz üslubu ve derin duygu dünyası, çevirinin ruhunu yansıtarak hem eserin özünü korumakta hem de okuyucuya farklı bir deneyim sunmaktadır. Bu bakımdan söz konusu çeviri, sadece dilin değiştirilmesi değil, aynı zamanda halklar arasında kültürel bir köprü inşa edilmesi anlamına da geliyor.
Sonuç her ne olursa olsun, tarihsel gerçeklerden hareket eden bu belgesel eserin, (yazıldığı dönemin gerçekliğini ve motivasyonlarını taşımak gibi kusurları olsa da) günümüzde de değerinden pek bir şey yitirdiği söylenemez. Bu eser halen, geçmişte yaşanan acı tecrübeleri ve sosyal dinamikleri gözler önüne sererek, okuru ve izleyiciyi düşündürmeyi ve sorgulatmayı amaçlayan önemli bir kaynak niteliğindedir. Esasen aşırı sağın yükselişiyle birlikte Nazi Partisi’nin yalnızca bir avuç hırslı elitin ya da bazı sermaye çevrelerinin bir eseri olmadığı, gerçekte tam bir kitle desteğine sahip milyonlarca insanın aktif katılımını içerdiğini ve bu nedenle hem Alman toplumuna hem de bütün dünyaya yaşattığı travmanın üstesinden gelmenin öyle kolay bir iş olmadığını hatırlamak, hatırlatmak için tekrar tekrar okunması, izlenmesi ve sergilenmesi gereken bir hafıza metni olduğunu iddia etmek bana göre hiç de yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, olayların özünü anlamak ve bu trajedinin tarihsel bağlamını kavramak, yalnızca akademik bir gereklilik değil, aynı zamanda insanlık adına herkesin yerine getirmesi gereken büyük bir sorumluluktur. Böylece, geçmişteki hataların tekrarlanmaması adına, yeni nesillerin bilinçlenmesine katkıda bulunmak da mümkündür.
Nisan 2025, Ankara





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.