![]() |
| Efsanevi virtüöz, gençlik yıllarındaki fotoğraflarından birinde keman çalarken görülüyor. |
Mühürlenmiş Zaman
Itzhak Perlman'ı Dinlerken
İlk Karşılaşma
Itzhak Perlman’ı ne zaman tanıdım? Sanırım geçtiğimiz yüzyılın son yıllarındaydı. Müzik tarihinde eşine az rastlanır, ayrıksı bir yüzyıldı bu; görkemli başlamış ve rüzgarını bugünlere taşıyarak sona ermiştir. Tarihte de ilklerin yüzyılı olarak anılacağından şüphem yok. İnsanlık bu yüzyılda geçmişten devreden devasa kültürel birikimi sorgulayan ve kimi yerde onu aşmayı deneyen cesur ve yenilikçi girişimlere tanıklık etti. Söz konusu girişimler, belki de alışık olunmadık ölçüde hızlı değişmekte olan dünyanın sarsıntıları içinde, bir tür yeniden araştırma, ayrıştırma ve tekrar birleştirme olarak ele alabileceğimiz büyük ruhsal-kültürel çabaların yolculuğundan ayrı olarak ele alınırsa hak ettiği şekilde anlaşılamaz.
Sarsıntı: Cesur Bir Yüz Yıl
Yirminci Yüzyılın ilk yarısını gelecek kuşaklar dünya siyasi tarihinde belki de bir tür “hızlandırılmış ders” olarak olarak okuyacaklar. İki Dünya Savaşı, yıkılan kadim imparatorluklar, mevcut konjonktürde ortaya çıkma imkânı bulan ve evrensellik iddiası da taşıyan siyasal rejimler, büyük kitlesel kayıplar ve utanç verici bir soykırım, değişen sanat ve edebiyat anlayışı, giderek artan, sonunda bir tür patlama halini alan kültürel üretim hep bu tarihsel kesitin bakiyesidir. İnsanlık her planda kendini yıkıyor ve yeniden yaratmaya çalışıyordu sanki.. Bu hızlı tarihsel değişimin belki de en yoğun yaşandığı alanlardan biri, toplumsal üretimin de en “rafine hali” olarak düşünebileceğimiz ideolojik-kültürel üstyapı alanıdır. Biraz önce sözünü ettiğim alt-üst olma hali belki de en çok bu alanda kendini gösterdi. Aydınlanma ile doruğa ulaştığı sanılan o muazzam açıklayıcı genişliğin uyum ve birlik hali aşınıyordu. Bu durum aslında on dokuzuncu yüzyılın romantizmiyle birlikte aklı duygulara teslim etmeye başlayarak, aşırı rasyonalize edilmiş yaşamı dengelemeye çalışmış ancak henüz aklı reddeden aşırı formlarına dek uzanmamıştı. İçerik henüz biçimi aşma noktasına gelmemişti. Yirminci yüzyılın ilk yarısında bu da olacaktı.
İlk işareti kim verdi, ilk fişeği kim fırlattı, bilemiyoruz. Üzerinde ortaklaşılan bir şey varsa, psikanalizin, ekspresyonizmin ve ruhsal bunalımın sahneye neredeyse eş zamanlı olarak girdikleridir. Sigmund Freud, Aydınlanmanın ve ilerlemenin dünyaya “makro” gözlüklerle bakan ve toplumsal ilişkinin kendisine yoğunlaşan merceğini değiştirerek odağını insana, dahası insanın kendisinin de çoğu zaman farkında olmadığı kör noktasına, “bilinçdışı” fenomenine çevirdi. Freud uzun yıllar hastanelerde nörolog olarak çalıştı ve bugün yaygın olarak kullanılan ifadeyle “hasta baktı”. Genelden özele, ilişkisellikten bireyin ruhsal deneyimine gidişin yaşayan örneği ve bir anlamda öncüsü oldu. Freud, o zamanlar birlikte çalıştığı hekim Sandor Ferenczi ile birlikte, hiçbir fizyolojik temeli olmadığı halde ortalık yerde durmadan bayılan Anna O. adlı hastadaki konversiyonel nevrozu başarıyla teşhis etti ve Mozel orman köylülerinin eyleminden üretim ilişkilerindeki yapısal soruna doğru hareket eden Aydınlanmacı Karl Marx’ın yaptığını tersinden tekrarlayarak, uç verek belirtiden bireyin ruhsal yaşamının derinliklerine indi. Freud böylece mesafeyi makrokozmostan mikrokozmosa doğru yeniden katederek psikanalizin temellerini attı. Doğrusu tarihteki diğer kurucularda görüldüğü gibi, büyük cesaret isteyen bir hamleydi. Sonra ortaya dünyayı izlemekle ve onu gözlemledikleri biçimiyle aktarmaya çalışan, başka bir deyişle ilhamını doğanın kendisinden alan izlenimcilere inat, dünyayı ruhsal yaşamlarında anladıkları ya da hissettikleri gibi yansıtan, onu eğip bükmekten, deforme etmekten çekinmeyen dışavurumcular yani ekspresyonistler çıktı. Elbette ki bu hızlı değişim bir anda olup bitmiyordu. Tıpkı Orta Çağ ve Reformasyon dünyasında olduğu gibi düşünsel ve sanatsal üretim önceleri dışarıdan zor fark edilebilen ince eğimlerle yön ve akış değiştiriyor, bu akış giderek hızlanarak bir tür çağlayana dönüşüyor ve sonunda nehir yatağını büsbütün değiştiriyordu. Bugünden bakıldığında resimde Vincent Van Gogh, müzikte ise önce Ludwig van Beethoven sonra da Gustav Mahler bu şiddetli akışın ilk sarsıntıları gibidir.
Sarsıntı ifadesi değişimin artan şiddetini yansıtmak için uygun olmalıdır zira besteci Ludwig van Beethoven o güne dek biçimsel mükemmelliğin saygın bir hedef olduğu klasik müziğin ölçülü zerafetini, ani ve beklenmeyen vuruşlarını konuşturduğu ve sonuna bir şarkı eklemekte tereddüt etmediği ünlü dokuzuncu senfoni ile paramparça etti. Onun izinden giden Gustav Mahler ise hem halk şarkılarından hem de şüphesiz ki kendisinden önceki Beethoven’dan etkilenmiştir. Demek ki bir kez daha, içerik biçimi aşıyordu. Uyum yerini uyumsuzluğa, armoni yerini ruhsal arayışın getirdiği trajik bir bunalımın kalıpları parçalayan çalkantılı sılarına bırakıyordu.
Sanatın her alanında yeni ufuklar açan bu kapsamlı arayış etkisini resimde ekspresyonizm, grafik ve mimaride Bauhaus, sinemada konstrüktivizm, şiirde fütürizm, edebiyatta bilinç akışı gibi alışıldık kalıpları zorlayan, deneysel çalışmalarda gösterecek ve tarihe geçecek örneklerini verecektir. Nitekim söz konusu arayışın en çarpıcı örneklerini belki de müzik alanında vermesi başlı başına bir talih sayılmalıdır. Kendini aşmaya yönelen yenilikçi yaklaşımlar yalnızca senfonik ve tonal yapıyı dönüştürmekle kalmamış, müzikal deneyime de farklı bir soluk katmıştır. Bu süreçte müzik dinlemeye ve icra etmeye yönelik ilgi, söz konusu form arayışlarının belirsiz sularında tutuculaşarak sönmedi aksine alevlendi ve katlanarak arttı. Bunun sonucunda birbiri ardına önemli icracılar yetişti. Yaylı çalgılar alanı bunların içinde öne çıktı. David Ostriakh, Yehudi Menuhin, Jascha Heifetz, Mistislav Rostropovich, Ida Handel gibi efsanevi virtüözler birbiri ardına yetiştiler. Önceleri radyoda daha sonra da film kayıtları ve televizyonda görünmeleriyle dünya da bu büyük yeteneklerin farkına vardı, onları tanıdı ve sevdi. Artan bu ilgi karşısında müzik de bir endüstriye dönüştü, olumlu ve olumsuz yanları tartışılır ama pek çok yeni sanatçı da bu filizden sürgün verdi.
Itzhak Perlman işte bu efsanevi dönemin ürünlerinden biridir. Bu kısa denemede onun yaşamının ve yapıtlarının ayrıntısına girecek değilim. Benim niyetim genç kuşaklara, şimdiki yüzyılın çocuklarına, geçmişten günümüze uzanan bu harikulade dalın yapraklarını tanıtmaktır. Müzik dahil her şeyin çabuk tüketildiği çağımızda, sahici ve eskimeyen bir ustanın emeği ve olağanüstü üretkenliğine bu birkaç satır yeter de artar. Üstelik ben müzik eleştirisine ve tarihine, tek sözcükle müzikbilime de girmeyeceğim. Kişisel deneyimlerimden bir demet sunmakla yetineceğim yalnızca.
Sanat eserinin önce icra edildiği ortamda dinlenerek daha sonra da kaydedilebilir formatta; sırasıyla taş plak, uzunçalar, manyetik bant, compact disc ve en sonunda da sıkıştırılmış mp3 olarak tüketildiği bir yüzyılda dünyaya geldim. Sanat eserine; kitaba, resim ve müziğe erişim, elektronik formatların yeterince gelişmemesi ya da henüz ortaya çıkmaması nedeniyle günümüzdeki gibi rahat değildi. Bunun iki etkisi vardı. Birincisi, müzikte albüm mantığı egemendi. Albüm plak döneminden kalma bir ifadeyi yansıtmaktadır. Günümüzde tıpkıbasımı yapılan orijinal plaklardan da anlaşılabileceği gibi, müzik kayıt stüdyolarında analog ses formatında kayda alınarak basılan plaklar, içinde sanatçının fotoğrafları ve eserin listesinin de bulunduğu bir albüm olarak dinleyiciye sunulurdu. Kimi zaman buna ek olarak bazı posterler de verilirdi. Albüm mantığının estetik deneyim bakımından konser formuna benzeyen ama onun ancak çok küçük bir bölümünü karşılayan bir tür bütünselliği vardı. Öncelikle her albüm içinden çıktığı zamanın atmosferini yansıtırdı. Günümüzdeki dijital oynatıcıların çalma listesi gibi popüler olan formatlarından farklı biçimde albümler, sanatçının ve orkestranın o anki performansını ve tarzını bütünsel olarak yansıtırlardı. Böylece albümleri kronolojik olarak dinleyerek sanatçıların ve bir bütün olarak müzikal kültürün geçirdiği evrimi algılayabilmek, değişimi saptama ve değerlendirmek mümkündür. Bu mantık ve işitsel deneyim, tam olarak doksanların sonlarına doğru mp3 formatının sayısallaştırılmış ses biçiminde ve dijital olarak kaydedilebilir bir teknoloji şeklinde piyasaya sunulmasıyla yıkılmış oldu. Bilinen ilk örneği, ünlü Metallica grubuyla mahkemelik olan ve 56 K modemle bağlanan Napster'dır. Compact Disc formatı ise albüm mantığının bir nevi "son kalesi olarak" tarihe geçmiştir.
Itzhak Perlman'ı işte bu Compact Disc günlerinde tanıdım. İthal ürünlerdeki vergilerin makul bir düzeyde tutulması sayesinde olmalı, orijinal ve bandrollü ithal CD'ler sıradan insanların ilgi alanına girmişti. Üstelik lisans almayı başaramayan bazı kaliteli yayınlar ki unutamadığım Slovakya çıkışlı bir Bach koleksiyonu bunlardan biridir, yok pahasına ve set halinde sokak aralarında satılıyordu. İnanılmaz günlerdi. Keman enstrümanına olan ilgim nedeniyle dikkatimi çeken bütün albümleri almaya başladım. O zamanlar teknoloji bu kadar gelişmiş olmadığı için analog kayıtlardan compact disc'e yani dijital formata aktarılan sesler bugünkü gibi "temizlenemiyordu". Bunun sonucunda son derece "gürültülü" ve kalitesiz dinleme deneyimleri de yaşadığım oldu. Bu tür deneyimlerden sıkılıp kaliteli ve gerçek bir albüm edinmek için para biriktirmeye başladım. Gözüme çarpan ilk albüm ise Itzhak Perlman'ın, şu an artık tarihe karışmış bulunan EMI kayıtlarından çıkan Paganini icrasıydı. Abbey Road stüdyolarında kaydedilmişti ve içinde, insanın enstrüman çalma arzusunu kamçılayan güzel fotoğraflar da vardı.
Her fırsatta duran bir Sony discman'ım vardı. Bunları yanımızda taşırdık. Sallanıp durmaması için yolda yürürken, denge oyunları yapan bir akrobat kadar dikkatli hale gelmiştik. Perlman'ın CD'sini aldığımda soğuk bir Aralık akşamıydı. Üzerinde standart pikap resmi bulunan yüzyılın en iyi kayıtarı damgalı o EMI CD'sinin kapağını açtarken yaşadığım heyecanı bugün gibi anımsıyorum.
Birinci Bölümün Sonu

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.