Holokost'un üzerine yazma deneyimini tartışmak bile kolay değildir. Bu olguyu doğrudan yaşamış kişilerin tanıklıkları ve kaleminden çıkmış pek çok eser var. Onların çocukları ve torunları da bu mirası gerek akademik çalışmalarla gerekse diğer türlerde verdikleri ürünlerle yaşatmaya devam ediyorlar. Günümüzde, artık başlı başına bir alan durumuna gelmiş bu konuda devasa bir literatür varken bile duygusal düzlemde henüz yeterince ele alınmamış ya da bilince çıkarılamamış noktalar kalabiliyor. Üstelik tartışmalar da hararetinden pek bir şey kaybetmiş değil zira güncel siyasal gelişmeler tarihsel olanı sürekli olarak yeniden hatırlamayı ve tartışmayı gerektiriyor.
İnsanların kitlesel olarak yaşadıkları zulmü ve bunun etkilerini, sonuçlarını anlamakta bilincimi ve ruhumu çok yetersiz hissediyorum. Bu konuda yazmamı engelleyen en önemli şey de bu yetersizlik duygusu oldu. Kişisel bir açıdan bakıldığında belki de yalnızca şunu söylemeye hakkım var. Holokost literatürünün küçük bir kısmıyla temas etmek dahi insan ruhunda derin bir acı, yaralanma ve yorgunluk hissi yaratıyor. Örneğin en yalın dille yazılmış tanıklıklarla azıcık bir temas bile bende duygusal bir kopuşa, tepkiye ve kilitlenmeye neden oldu. Böyle durumlarda kimi zaman nefessiz kaldığımı ve o sayfalardan kaçma arzusu duyduğumu söylemek gerekir.
2025 kışında gerçekleştirdiğim kişisel Holokost araştırmam sırasında ki bu oldukça sınırlı ve mütevazı bir çalışmaydı, tamamlamakta zorlandığım çalışmalarla karşılaştım. Kitabı defalarca elimden bıraktığım oldu. Soğuk kış günlerinde sık sık kar altında etrafa anlamsızca baktığım, içimden hiçbir şey yapmanın gelmediği, insan olduğumdan utandığım anlar yaşadım. Bunları bu kadar somut ifade ediyor olmamın nedeni, bu deneyime son derece dolaylı yollardan tanıklık etmenin bile insan ruhu üzerinde ne denli ağır bir etki bıraktığını anlatabilmek içindir. Konuyu araştırmayan kişilerin bunu pek bildiklerini sanmıyorum, bu nedenle de yazılması gerekiyor. Şiddete onlarca yıl sonra, bu düzeyde tanıklık etmek dahi bir travma biçimi olarak kabul edilebilir. Bunlar literatürde bildiğim kadarıyla "ikincil travma" olarak adlandırılıyor. Dolayısıyla Holokost tarihçilerinin ve araştırmacılarının önemli bir psikolojik yük altında olduğunu söyleyebilirim. Bu şiddetin özel bir türüdür ve Holokostta karşılaştığımız insanlıktan çıkarıcı şiddet, şiddetin rasyonalize edilerek rutinin bir parçası olması, insan aklının ve ruhunun kabul edemeyeceği çok ayrı bir düzeydir. Yine de, bu deneyimi bugünün gerçekliğine dahil ederek geleceğe aktarmak ve "hafızayı" canlı tutmak bir zorunluluktur. Bu, hem travmayla başa çıkabilmek hem de tarihe ait olan (ancak etkileriyle günümüzde canlılığını koruyan) bu olgunun siyasi izdüşümleri ile karşılaşıldığında doğru tepkileri verebilmek adına hayati bir öneme sahiptir.
![]() |
| Eser: Kathe Kollwitz |
Daha önceki bir yazımda, Peter Weiss'ın "Soruşturma" adlı tiyatro oyunu üzerine bir eleştiri kaleme almıştım. Weiss, eserinde, hafızaya dokunarak, belgesel-tarihsel gerçekliği topluma özgün ve yaratıcı bir biçimde aktarmayı amaçlamıştı. Ancak Art Spiegelman'ın Maus eseri, bu alanda bildiğim kadarıyla benzersiz bir istisnayı teşkil eder. Bu fark bana kalırsa sadece yazarın düşünce yapısı ve yönteminden değil, başka faktörlerden de kaynaklanır. Spiegelman, insanlık tarihinin belki de en dehşet verici ve kelimelere dökülmesi en zor olayını, güçlü bir alegorik anlatı kullanarak aktarır. Maus'un özgünlüğü, Holokost gibi anlatılamaz olanı anlatma biçimindeki olağanüstü naifliğinden ve sade dürüstlüğünden gelir ve bu yaklaşım, bana kalırsa, Holokost eğitimi alanında temel bir referans noktası haline gelmeye aday yeni bir metodoloji yaratmıştır.
Spiegelman'ın anlatısı, Amerika'da yaşayan babasından aile geçmişini ve Holokost gerçeğini anlatmasını istemesiyle başlar. Yazarın babası, eşinin erken ölümünden sonra ikinci evliliğini yapmış ancak mutsuzluğunu ve hayal kırıklığını bir türlü gizleyemeyen, huysuz bir yaşlı karakter olarak çizilir. Bu yönüyle ilk bakışta toplumumuzdaki pek çok baba figürünü andırır ve dikkat çekici bir özelliği yokmuş gibi görünür. Ancak yazar, hiç tanımadığı annesi Anja'yı ve kardeşini anlatmaya başladığında, biz de yavaş yavaş bu dayanılması güç trajedinin içine çekiliriz. Spiegelman ailesi, 1930'lara kadar Çek Cumhuriyet, ve Polonya'da yaşayanbinlerce Yahudi ailelerden biridir. Vladek Spiegelman, varlıklı bir ailenin kızı olan Anja ile başarılı ve mutlu bir evlilik yapmış, kendi geleceğini ve ailesini kurmuştur. Tekstil sektöründe işleri yolundadır ve bir de çocuğu vardır. Bu sıradan aile tablosu Nazi Almanyası'nda yaşanan korkunç değişimlerin Polonya'ya kadar ulaşmasıyla paramparça olacaktır.
Söz konusu değişim, toplumsal yaşamın tüm katmanlarını hızla dönüştürmeye ve daha önce bir arada yaşayan insanları adım adım birbirinden ayırmaya başlar. Yahudiler ve Polonyalılar olarak iki ayrı etnik grup süre içerisinde görünmez ve keskin çizgilerle ayrıştırılır. Bu süreçte insanlar birbirine yabancılaşır, nefret ve hoşgörüsüzlük sıradanlaşır. Öyle ki bu duygular en küçük çocukların hayatına bile sızar. Sonunda Spiegelman ailesi de bu süreçten etkilenir. Önce işlerini ve mal varlıklarını kaybederek toplumsal hayattan giderek dışlanırlar. Polonya'nın Alman işgali sırasında Vladek Spiegelman Almanlara esir düşer. Geri döndüğünde kayınpederi ona fabrikasına el konulduğunu söyler. Mülksüzleştirme, bu süreçte toplumsal ve ekonomik hayattan dışlanmanın ilk adımıdır. Nazilerin, işgal ettikleri ülkelerde toplumu Nazileştirme çerçevesinde uyguladığı bu sermaye transferinin amacı, Yahudileri siyasi ve hukuki üst yapının tamamen dışına itmekti. Bu durum, Yahudileri savunmasız, ilişkileri kesilmiş ve yalıtılmış ve etkisiz bir konuma getirdi. Bu ilk adımı, onları yavaş yavaş toplama kamplarına götürecek diğer süreçlerin izleyeceği açıktı.
Günümüzde, Nasyonal Sosyalistlerin Yahudileri doğrudan doğruya toplama kamplarına sürdüğü gibi yaygın bir yanılgı mevcuttur. Oysa bu, uzun ve son derece sancılı bir süreçti. Toplama kampı, bu sürecin son ve en korkunç aşamasıydı. Bu durum Spiegelman ailesinin hikayesinde de görülür. Auschwitz-Birkenau kamplarından önce Polonyalı, Macar ve diğer Avrupalı Yahudi aileler büyük zulümlere maruz kaldılar. Evlerinden ve ailelerinden koparıldılar, uzun süreler boyunca evsiz ve saklanarak yaşamak zorunda kaldılar. Toplama kamplarına gönderilmeden önceki hayatları, daimi bir korku ve yoksullukla geçti.
Yaşamlarının hiçbir yasal güvencesi olmaması en temel sorundu. İnsanların birbirini ihbar etmeye teşvik edildiği ülkelerde, kimliklerini ve görünümlerini çeşitli kılıflar altında gizlediler. Spiegelman ailesi de toplama kamplarına götürülmeden önce benzer bir süreç yaşadı. Ailenin büyük bir kısmı kamplarda hayatını kaybetti. Yazarın anne ve babası Holokost'tan sağ kurtulmuş olsalar da duygusal ve sosyal ilişkileri bir daha asla eskisi gibi olmadı. Nitekim günümüzde Holokost'tan kurtulanların ailelerinin sıklıkla çok sayıda duygusal bozuklukla mücadele ettiği bilinen bir gerçektir. Travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete ve terk edilme korkusu bu rahatsızlıklardan sadece birkaçıdır. Bu sorunlar nesiller boyunca aktarılır ve savaşlar, büyük toplumsal olaylar veya siyasi çatışmalar gibi dış faktörlerle tetiklenebilir.
Spiegelman, eserinde Almanları kedi, Polonyalıları domuz ve Yahudileri ise fare (mouse) olarak tasvir ederek son derece sembolik bir görsel temsil kullanmıştır. Bu seçim bilinçlidir. Nazi propagandası, Yahudileri toplumdan dışlamak ve yok edilmelerini meşrulaştırmak için onları hastalık taşıyan "sıçanlara" (rat) benzetiyordu. Spiegelman ise bu nefret dolu propagandayı, Yahudileri avlanan, savunmasız ve küçük "fareler" olarak çizerek tersine çevirir. Bu, Naziler tarafından insanlıktan çıkarılmaya çalışılan kişilerin masumiyetini ve çaresizliğini vurgulayan güçlü bir sanatsal karşı duruştur. Almanların "kedi" olarak tasvir edilmesi ise bir sevimlileştirme çabası değil, aksine av ve avcı arasındaki acımasız güç dengesizliğini ortaya koyan bir metafordur. Kedinin fare üzerindeki mutlak hakimiyeti ve onunla ölmeden önce oynamaya çalışması, Nazilerin hedef aldığı gruplar üzerindeki keyfi ve zalim tahakkümünü simgeler. Kedi maskesi, sevimliliği değil, yırtıcılığı ve iktidarı temsil eder. Maus'un başarısı, tam da bu noktada, maskelerin ardındaki toplumsal rolleri ve acımasız gerçekliği en vurucu şekilde iletmesinde yatmaktadır.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.