
Yukarıdaki resim August Macke'ye ait ve üstelik, kendisinin en sevilen eserlerinden biridir. Adı; "Şapka Dükkanı Karşısındaki Şemsiyeli Kadın" olan bu şirin mi şirin eser canlı renkleri ve zarif detayları ile dikkatleri hemen üzerine çeker. Öyle ki küçücük bir reprodüksiyonunu bile bir çok eserin arasında derhal fark edebilirsiniz. Büyülü bir hâlesi vardır adeta. Resimdeki kadın, yürüyüşe çıkmış gibi görünüyor ve şemsiyesini havada zarif bir şekilde tutarak, gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz bir herhangi bir an’ı ölümsüzleştiriyor. Herhangi bir an, ama nasıl olmuşsa ölümsüzleşen bir an, üstelik gerçekte yaşanıp yaşanmadığını dahi bilmiyorum. Sizce de ironik değil mi? Bana kalırsa artık her saniye kendini tekrar ettiği için yaşandığından şüphe edemeyeceğim bir an’a denk düşüyor ama buna birazdan değineceğim. Resmedilen kadın şıklığı ve özgüveniyle dikkati kendinde toplarken, arka plandaki şapka dükkanı izleyicileri nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor sanki. Oysaki kadının zerafeti değil benim onda gördüğüm şey.
Bu güzel eser yıllarca gözlerimin arayıp durduğu bir şeydi. Neredeyse her gün karşılaştık onunla ve neredeyse her gün bana zamanın akışını hissettirdi; hayatta olduğumu, “ben” olduğumu! Yakın zamana kadar da odamın duvarında, her zamanki yerinde asılı idi. Onunla ne zaman karşılaşsam zamanın tekdüzeliğine bir ara veriyordum ve o da anlaşmamıza sadık kalarak beni kendi büyüleyici atmosferine çekiyordu. Bazen dakikalarca düşüncelere dalardım, bazen bir bakış atıp yanından geçerdim ama ona bakmaktan hiç usanmazdım. Ta ki birkaç yıl önce yaşadığım bazı tatsız kişisel tecrübeler bakış açımı tamamen değiştirene kadar.
August Macke’yi ilk bakışta farklı kılan bir şey yok gibi görünür ta ki ona alışana kadar. Macke de ait olduğu çevrenin, benimsediği yaklaşımın karakteristik özelliklerini gösterir ve o da döneminin diğer ressamları gibi, kendi üslubunu bulana kadar çok çabalamış ve çok üretmiş biridir. Bu çaba ve üretkenliktir ki sonunda onu yüceltmiş, görüşünü geliştirmiş ve çabasında yeni bir solukla tekrar hayat bulan sanatında bir derinlik ve zenginlik yaratmıştır. Onun eserlerini diğerlerinden ayıran önemli bir özellik ve onu farklı yapan şey aslında diğerleri gibi onun da çok çalışması ve kendini aramasıdır. Ortaklıkta farklılığı yaratan ne güzel bir şeydir arayış… Değeri de sanırım esas olarak buradan gelir.
Sanatçının erken dönem temaları ve resim tekniği ile olgunluk dönemi çalışmaları arasında hem kent yaşamına ve onun yarattığı yabancılaşmaya alıcı bir dikkat hem de renklerin ve çizgilerin keskinleşmesi, canlanması ve abartıya aldırış etmeksizin çarpıcı olması gibi belirgin farklar görmek mümkün. Bu farklılıkları incelerken, Macke’nin dönemi anlayışının ve sanatının evrimini anlamak da oldukça ilginçtir. Benzer farklılıkları Die Brücke dönemi ressamlarında, diğer ekspresiyonistlerde ve arayışının muazzam sonucunda gerçeküstücülük istasyonuna varacak olan İspanyol ressam Salvador Dali’de de görmek mümkün. Andığımız bu sanatçılar da kendi yollarında farklı temalar ve tekniklerle denemelerde bulunmuş, yaşadıkları dönemin sosyal ve kültürel dinamiklerinden pek çok bakımdan etkilenmişlerdir. Gabriele Münter, Conrad Felixmüller gibi ressamlarda da yaşamları sürecinde geliştirdikleri üsluba dayalı değişiklikleri açıkça görüyoruz; bu değişiklikler, zamanla sanat dünyasındaki farklı akımlarla etkileşim içerisinde şekillenmiş, onların sanatsal kimliklerine önemli katkı sağlamıştır. Böylece her biri kendi sesini bulan bir değer, kurallarını yaratan estetik bir zirve hatta abartıya kaçmayacak isek eğer kendi başlarına birer “ekol” oldular.
Üzerine eleştiri yazmak için bu resmi seçmemin nedeni, onun bende yarattığı içe işleyen, çok katmanlı etkilerdir. Bu etki esasen iki boyutludur. Öncelikle çocukluğumdan beri renkleri, renk kullanımının insanda yarattığı çarpıcı ve derinlemesine izlenimleri hep sevdim. Renklerin insanların duygularını nasıl etkileyebileceği ve farklı ruh hallerini nasıl yansıtabileceği üzerine daima düşündüm. Bu etki biraz da bilinçdışıyla bağlantılıdır ve açıklanması gerekmez. Zamanla bu hislerin aslında sık sık geriye dönüp üzerine düşünülmesi gereken karmaşık bir yapı oluşturduğunu fark ettim. Sonrasında ise daha ideolojik ve kültürel bir boyutun kazandırdığı eleştirel eğilimler geldi. Bu eğilimler gençliğimizde okuduğumuz radikal teorik metinlerin bizde yarattığı düşüncelerle yakından bağlantılıdır ve Guy Debord, Herbert Marcuse, Michel Foucault gibi yazarların ve benzerlerinin yabancılaşma, iktidar, tüketim ve gösteriş toplumu gibi temalarıyla şekillenmiştir. Bu düşünceler, sosyal dinamiklerin ve bireylerin toplum içerisindeki yerlerinin nasıl şekillendiğini analiz etmemde önemli bir etki yarattı. Bu eleştirel içeriğin bendeki izdüşümünün "gözetleme" duygusuyla yoğunlaştığını söyleyebilirim; adeta dünyayı bir pencereden izleyen bir hayalet gibi, gidişata tanıklık ederken, toplumun yapı taşlarının ne kadar kırılgan ve ince olduğunu daha iyi anlatan bir uyarı sanki.
Ama yukarıda söylediğim şey yine de geçerli, artık benim bu resimde dikkatimi çeken şey onun biçimsel özellikleri, tekniği, dönemi, tüketim kültürüyle ilişkisi vs.. değil. Bunlar sıkça tartışılmış ve herkes tarafından -öyle sanırım ki- yüzeysel de olsa bilinen temalardır. Artık bu resme baktığımda başka birini, Hannah Arendt’i hatırlıyorum. Onun Kötülüğün Sıradanlığı dediği şeyi; duyarsızlığı. Bir şeyi yapmakla yapmamak arasında yasal ve geçerli toplumsal normların oluşturduğu ve giderek belirsizleşen, esneklik kazanan, git gide görünmez olan o dairelere tabi olmayan bir şeyi; vicdanı! Evet, bu resim bana artık vicdanı anlatıyor. Seyirci kalmanın, nesneleştirmenin, tepkisiz biçimde izlemenin nereye kadar devam edebileceğini ve gerçek bir insanın buna ne kadar tahammül edebileceğini…
Resimler insanla kendi tecrübelerine göre etkileşime girer. Sembolik anlatımın dogmatik olmayan, yaratıcı özü de burada gizlidir. Belki de şu anda size bambaşka bir şey anlatan bu resim bana bir süredir yalnızca bu gerçeği anlattı. Aslında anlattı demek eksik kalır, haykırdı adeta. Nitekim Polonyalı büyük sinema yönetmeni Krzystof Kieslowski de bir belgeselinde kamerayı kendisine çevirir ve bu çekimde özetle şöyle der; aslında bütün filmlerimde biraz da kendimi anlatıyorum. İnsan ancak kendisinden geçerek anlamlı bir hikaye anlatabilir.
Ne kadar anlamlı bir söz… Sinemanın, sanatın, resimlerin ve hikaye anlatımının derinliğini bu kadar açık bir şekilde ifade eden başka bir cümle daha olmadığına inanıyorum. Gerçekten de, her sanatçının yarattığı eser, hem onun hem de paylaştığı izleyicinin iç dünyasının bir yansıması ve uzlaşmasıdır da. İzleyicilere sadece görsel bir şölen sunmakla kalmaz, aynı zamanda ortak insanlık tecrübesinin, değerlerinin, vicdanının duygusal ve düşünsel birikimlerini de birbirine aktarır.
Günümüzde ne yazık ki başka bir fenomen var. Kamerayı başkasına çevirerek kendini anlatmak. Bu resim bana işte bunu çağrıştırıyor uzun bir süredir. En azından onlarca çağrışımlarından biri ve bana haykıranı budur. Çünkü günümüzde artık göstermenin ve görünür olmanın ucuzlaştığı, çarpıtıldığı, deforme edildiği ve alabildiğine çirkinleşebildiği sosyal medya adında bir fenomen var. Artık ne yazık ki, sosyal medya platformlarında, insanlar duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan çok, başkalarını izlemeye ve onların yaşamlarını birer analiz objesi gibi “mıncıklamaya”, birer nesne gibi “tüketmeye” yönelmiş durumdalar. Bu ilginin getirdiği esaslı bir boşluk var üstelik; gerçek etkileşimden alabildiğine uzak, yansıtmaların ve hayallerin nefreti büyüttüğü, basit, yüzeysel bir bağlantı.
Pink Floyd’un Welcome to Machine adlı bir şarkısı vardır. Bugüne bakıldığında ne kadar naif kaldığını hayretle görüyorum. Çünkü babalarımızdan kalan dünyayı elbirliğiyle berhava ettik ve çocuklarımıza onun küllerini bıraktık. Bugün artık naifliğin de olmadığı, “hoyratlığın” ise norm haline geldiği bir sosyal medya çağında yaşıyoruz ve burada özel bir davranış şekli var. İnsana fanustaki bir canlı, bir tür süs balığı ya da kafesteki bir aslan gibi uzun uzun bakıyoruz. Hiçbir etkileşime girmeden. Aslında tüketiyoruz insanı. Onu seyirlik bir nesne haline getirip sonra onun hakkında yüzlerce, binlerce, milyonlarca hikaye uyduruyoruz. Saçmalıyoruz yani... Bu süreçte insanın gerçek kimliğini, derinliğini ve değerini göz ardı ediyoruz. Heder ediyoruz, harcıyoruz onu… Üstelik sadece ve sadece görünenle yetiniyoruz ve sanatın, edebiyatın, düşünsel inceliğin gereksindiği içe bakışın o güzelim derinliğini kaybediyoruz.
August Macke'nin şapkalı kadını çok masum kalıyor bizim yanımızda…
İnsan bir şapka, manto ya da ayakkabı çifti değildir, olmamalıdır. Bakışımız insanı çirkinleştirmemelidir. Onu güzeli, şefkate değer, biricik kılmalı ve ondaki değerlere kendi değerlerimizi katarak güzelliği derinleştirebilmelidir. Ama biz biliyoruz ki, üzülerek biliyoruz ki, bakışımız çirkinleştirebiliyor insanı. Kendimize ve başkalarına karşı duyduğumuz empati giderek azalıyor ve hem kendimizi hem de karşımızdakini gaddarca hiçleştiriyoruz. Üstelik hiç düşünmeden yapıyoruz bunu.
Yine de, bakışın çirkinleştirdiği esas kişi, resimdeki şemsiyeli kadının kendisidir bana kalırsa. Nitekim farkında mısınız, bir yüzü de yok. Tarafı olduğu değişim ilişkisinin nesneleştirdiği basitliğin bir parçası olmuş artık, anlam alanının dışına çıkmış, felsefî olarak yok olmuş sanki. İnsanları birbirine yabancılaştıran, toplumsal bağları zayıflatan, çirkinin de ötesinde bir boşluğa dönüşmüş artık.
Bakışın çirkinleştirdiği insanlardan olmamak günümüzde büyük çaba ve enerji gerektiriyor. Elbette ki düşünsel birikimle ve ahlakî cesaretle yoğrulmuş, etkin ve gerektiğinde yalnızlığı göze alacak türden basiretli, yoğun bir enerjiden söz ediyorum. Bu, insan olmanın en zor ama bir o kadar da değerli yanıdır. Nitekim Macke’nin eseri bugün hepimize seslenir ve sanki şöyle demek ister gibidir; “Sizler insansınız kardeşlerim. Sizlere insan diyoruz, en azından bir şemsiye kadar onurunuz olsun!”
Bu, sadece bir sanatsal ifadeden çok, insana verilen önemin ve değerinin bir hatırlatıcısıdır. Sanat aracılığıyla kendimizi bulmak, başkalarını görmek ve duygularımızla barış içinde yaşamak dileğiyle.

