Bir Eleştiri Blogu

21.04.2025

Maus: Holokost'u Anlatmanın Özgün ve İçeriden Bir Yolu

Holokost'un üzerine yazma deneyimini tartışmak bile kolay değildir. Bu olguyu doğrudan yaşamış kişilerin tanıklıkları ve kaleminden çıkmış pek çok eser var. Onların çocukları ve torunları da bu mirası gerek akademik çalışmalarla gerekse diğer türlerde verdikleri ürünlerle yaşatmaya devam ediyorlar. Günümüzde, artık başlı başına bir alan durumuna gelmiş bu konuda devasa bir literatür varken bile duygusal düzlemde henüz yeterince ele alınmamış ya da bilince çıkarılamamış noktalar kalabiliyor. Üstelik tartışmalar da hararetinden pek bir şey kaybetmiş değil zira güncel siyasal gelişmeler tarihsel olanı sürekli olarak yeniden hatırlamayı ve tartışmayı gerektiriyor.

İnsanların kitlesel olarak yaşadıkları zulmü ve bunun etkilerini, sonuçlarını anlamakta bilincimi ve ruhumu çok yetersiz hissediyorum. Bu konuda yazmamı engelleyen en önemli şey de bu yetersizlik duygusu oldu. Kişisel bir açıdan bakıldığında belki de yalnızca şunu söylemeye hakkım var.  Holokost literatürünün küçük bir kısmıyla temas etmek dahi insan ruhunda derin bir acı, yaralanma ve yorgunluk hissi yaratıyor. Örneğin en yalın dille yazılmış tanıklıklarla azıcık bir temas bile bende duygusal bir kopuşa, tepkiye ve kilitlenmeye neden oldu. Böyle durumlarda kimi zaman nefessiz kaldığımı ve o sayfalardan kaçma arzusu duyduğumu söylemek gerekir.

2025 kışında gerçekleştirdiğim kişisel Holokost araştırmam sırasında ki bu oldukça sınırlı ve mütevazı bir çalışmaydı, tamamlamakta zorlandığım çalışmalarla karşılaştım. Kitabı defalarca elimden bıraktığım oldu. Soğuk kış günlerinde sık sık kar altında etrafa anlamsızca baktığım, içimden hiçbir şey yapmanın gelmediği, insan olduğumdan utandığım anlar yaşadım. Bunları bu kadar somut ifade ediyor olmamın nedeni, bu deneyime son derece dolaylı yollardan tanıklık etmenin bile insan ruhu üzerinde ne denli ağır bir etki bıraktığını anlatabilmek içindir. Konuyu araştırmayan kişilerin bunu pek bildiklerini sanmıyorum, bu nedenle de yazılması gerekiyor. Şiddete onlarca yıl sonra, bu düzeyde tanıklık etmek dahi bir travma biçimi olarak kabul edilebilir. Bunlar literatürde bildiğim kadarıyla "ikincil travma" olarak adlandırılıyor. Dolayısıyla Holokost tarihçilerinin ve araştırmacılarının önemli bir psikolojik yük altında olduğunu söyleyebilirim. Bu şiddetin özel bir türüdür ve Holokostta karşılaştığımız insanlıktan çıkarıcı şiddet, şiddetin rasyonalize edilerek rutinin bir parçası olması, insan aklının ve ruhunun kabul edemeyeceği çok ayrı bir düzeydir. Yine de, bu deneyimi bugünün gerçekliğine dahil ederek geleceğe aktarmak ve "hafızayı" canlı tutmak bir zorunluluktur. Bu, hem travmayla başa çıkabilmek hem de tarihe ait olan (ancak etkileriyle günümüzde canlılığını koruyan) bu olgunun siyasi izdüşümleri ile karşılaşıldığında doğru tepkileri verebilmek adına hayati bir öneme sahiptir.

Eser: Kathe Kollwitz

Daha önceki bir yazımda, Peter Weiss'ın "Soruşturma" adlı tiyatro oyunu üzerine bir eleştiri kaleme almıştım. Weiss, eserinde, hafızaya dokunarak, belgesel-tarihsel gerçekliği topluma özgün ve yaratıcı bir biçimde aktarmayı amaçlamıştı. Ancak Art Spiegelman'ın Maus eseri, bu alanda bildiğim kadarıyla benzersiz bir istisnayı teşkil eder. Bu fark bana kalırsa sadece yazarın düşünce yapısı ve yönteminden değil, başka faktörlerden de kaynaklanır. Spiegelman, insanlık tarihinin belki de en dehşet verici ve kelimelere dökülmesi en zor olayını, güçlü bir alegorik anlatı kullanarak aktarır. Maus'un özgünlüğü, Holokost gibi anlatılamaz olanı anlatma biçimindeki olağanüstü naifliğinden ve sade dürüstlüğünden gelir ve bu yaklaşım, bana kalırsa, Holokost eğitimi alanında temel bir referans noktası haline gelmeye aday yeni bir metodoloji yaratmıştır.

Spiegelman'ın anlatısı, Amerika'da yaşayan babasından aile geçmişini ve Holokost gerçeğini anlatmasını istemesiyle başlar. Yazarın babası, eşinin erken ölümünden sonra ikinci evliliğini yapmış ancak mutsuzluğunu ve hayal kırıklığını bir türlü gizleyemeyen, huysuz bir yaşlı karakter olarak çizilir. Bu yönüyle ilk bakışta toplumumuzdaki pek çok baba figürünü andırır ve dikkat çekici bir özelliği yokmuş gibi görünür. Ancak yazar, hiç tanımadığı annesi Anja'yı ve kardeşini anlatmaya başladığında, biz de yavaş yavaş bu dayanılması güç trajedinin içine çekiliriz. Spiegelman ailesi, 1930'lara kadar Çek Cumhuriyet, ve Polonya'da yaşayanbinlerce  Yahudi ailelerden biridir. Vladek Spiegelman, varlıklı bir ailenin kızı olan Anja ile başarılı ve mutlu bir evlilik yapmış, kendi geleceğini ve ailesini kurmuştur. Tekstil sektöründe işleri yolundadır ve bir de çocuğu vardır. Bu sıradan aile tablosu Nazi Almanyası'nda yaşanan korkunç değişimlerin Polonya'ya kadar ulaşmasıyla paramparça olacaktır.

Söz konusu değişim, toplumsal yaşamın tüm katmanlarını hızla dönüştürmeye ve daha önce bir arada yaşayan insanları adım adım birbirinden ayırmaya başlar. Yahudiler ve Polonyalılar olarak iki ayrı etnik grup süre içerisinde görünmez ve keskin çizgilerle ayrıştırılır. Bu süreçte insanlar birbirine yabancılaşır, nefret ve hoşgörüsüzlük sıradanlaşır. Öyle ki bu duygular en küçük çocukların hayatına bile sızar. Sonunda Spiegelman ailesi de bu süreçten etkilenir. Önce işlerini ve mal varlıklarını kaybederek toplumsal hayattan giderek dışlanırlar. Polonya'nın Alman işgali sırasında Vladek Spiegelman Almanlara esir düşer. Geri döndüğünde kayınpederi ona fabrikasına el konulduğunu söyler. Mülksüzleştirme, bu süreçte toplumsal ve ekonomik hayattan dışlanmanın ilk adımıdır. Nazilerin, işgal ettikleri ülkelerde toplumu Nazileştirme çerçevesinde uyguladığı bu sermaye transferinin amacı, Yahudileri siyasi ve hukuki üst yapının tamamen dışına itmekti. Bu durum, Yahudileri savunmasız, ilişkileri kesilmiş ve yalıtılmış ve etkisiz bir konuma getirdi. Bu ilk adımı, onları yavaş yavaş toplama kamplarına götürecek diğer süreçlerin izleyeceği açıktı.

Günümüzde, Nasyonal Sosyalistlerin Yahudileri doğrudan doğruya toplama kamplarına sürdüğü gibi yaygın bir yanılgı mevcuttur. Oysa bu, uzun ve son derece sancılı bir süreçti. Toplama kampı, bu sürecin son ve en korkunç aşamasıydı. Bu durum Spiegelman ailesinin hikayesinde de görülür. Auschwitz-Birkenau kamplarından önce Polonyalı, Macar ve diğer Avrupalı Yahudi aileler büyük zulümlere maruz kaldılar. Evlerinden ve ailelerinden koparıldılar, uzun süreler boyunca evsiz ve saklanarak yaşamak zorunda kaldılar. Toplama kamplarına gönderilmeden önceki hayatları, daimi bir korku ve yoksullukla geçti.

Yaşamlarının hiçbir yasal güvencesi olmaması en temel sorundu. İnsanların birbirini ihbar etmeye teşvik edildiği ülkelerde, kimliklerini ve görünümlerini çeşitli kılıflar altında gizlediler. Spiegelman ailesi de toplama kamplarına götürülmeden önce benzer bir süreç yaşadı. Ailenin büyük bir kısmı kamplarda hayatını kaybetti. Yazarın anne ve babası Holokost'tan sağ kurtulmuş olsalar da duygusal ve sosyal ilişkileri bir daha asla eskisi gibi olmadı. Nitekim günümüzde Holokost'tan kurtulanların ailelerinin sıklıkla çok sayıda duygusal bozuklukla mücadele ettiği bilinen bir gerçektir. Travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete ve terk edilme korkusu bu rahatsızlıklardan sadece birkaçıdır. Bu sorunlar nesiller boyunca aktarılır ve savaşlar, büyük toplumsal olaylar veya siyasi çatışmalar gibi dış faktörlerle tetiklenebilir.

Spiegelman, eserinde Almanları kedi, Polonyalıları domuz ve Yahudileri ise fare (mouse) olarak tasvir ederek son derece sembolik bir görsel temsil kullanmıştır. Bu seçim bilinçlidir. Nazi propagandası, Yahudileri toplumdan dışlamak ve yok edilmelerini meşrulaştırmak için onları hastalık taşıyan "sıçanlara" (rat) benzetiyordu. Spiegelman ise bu nefret dolu propagandayı, Yahudileri avlanan, savunmasız ve küçük "fareler" olarak çizerek tersine çevirir. Bu, Naziler tarafından insanlıktan çıkarılmaya çalışılan kişilerin masumiyetini ve çaresizliğini vurgulayan güçlü bir sanatsal karşı duruştur. Almanların "kedi" olarak tasvir edilmesi ise bir sevimlileştirme çabası değil, aksine av ve avcı arasındaki acımasız güç dengesizliğini ortaya koyan bir metafordur. Kedinin fare üzerindeki mutlak hakimiyeti ve onunla ölmeden önce oynamaya çalışması, Nazilerin hedef aldığı gruplar üzerindeki keyfi ve zalim tahakkümünü simgeler. Kedi maskesi, sevimliliği değil, yırtıcılığı ve iktidarı temsil eder. Maus'un başarısı, tam da bu noktada, maskelerin ardındaki toplumsal rolleri ve acımasız gerçekliği en vurucu şekilde iletmesinde yatmaktadır.


Yazar/Çizer: Art Spiegelman  
Çeviren : Ali Cevat Akkoyunlu  
Editör : Levent Cantek.  
Eleştirisi yapılan nüsha: 2004, İletişim Yayınları, İstanbul. 
Eleştiren: Onur Aydemir  
Tarih: 21.04.2025, Ankara

4.04.2025

Holokost'la Yüzleşmek: Peter Weiss'ın "Soruşturma" Adlı Eseri Üzerine Bir İnceleme

M.H. ve bütün iyi insanlar için...

“Soruşturma” her şeyden önce bir tiyatro metni yani sahnelenmek üzere hazırlanmış bir metin; bir oyun. Buna karşılık eserin bu özelliği onu bir kurmaca haline getirmiyor. Yazarı Peter Weiss, çalışmasını ortaya çıkarırken dava dosyalarını taramış, derinlemesine araştırmalar yaparak, tarihsel verilere ve tanıklıklara dayandırmış eserini. Kısacası, bir tür belgeselle karşı karşıyayız; bu belgesel unsurları, izleyicileri düşündüren, tarihi olayların ciddiyetini vurgulayan bir yapı sunuyor. Bu niteliği de onu, Holokost’un gerçeğini dünyaya açıklamak ve kitlelerin dikkatini canlı tutmak amacını güden etik bir girişim hüviyetine bürüdüğü için orijinal ve ayrıksı hale getiriyor. Nitekim “Soruşturma”, hem Doğu hem Batı Almanya’da hem de İngiltere’de aynı gün sahnelenerek bu kıymetli amacına ulaşmış gibi görünüyor; gösterimlerin ardından seyircilerde bir farkındalık yaratılması, belleklerin tazelendiği ve kayıpların yüreklerde hissedildiği bir atmosfer oluşmasını sağlamıştır. 

Almanya’nın Holokost geçmişiyle hesaplaşmaya çalışması bitimsiz bir eylem, günümüzde de süregelen çok yönlü bir tür “kolektif çaba” olarak anlaşılmalıdır. Bu elim ve benzersiz olgunun ağır yükü, karaltısını halen bütün insanlığın üzerine düşürmekte olan devasa bir yapı gibi, geçtiğimiz yüzyıldan günümüze ve daha ötesine uzanmaktadır. Bu nedenle bahis konusu edilen hesaplaşmanın tamamlanabilecek türden bir şey olmadığını aksine sürekli bir hatırlama çabasını gerektirdiğini artık herkesin idrak etmiş olması gerekir. Zira, bu travmatik miras yalnızca Almanya’nın değil, aynı zamanda dünya üzerindeki pek çok farklı toplumun da ortak dramını temsil etmektedir; dolayısıyla bu hesaplaşma süreci, herkesin sorumluluk ve katılım göstermesi gereken bir tür mücadele halini almaktadır. Tek cümleyle ifade edecek olursak politik, hukuki ve ahlaki bir yükümlülük olarak kendini hatırlatan, hatta dayatan, bir benzerine daha rastlamanın imkânsız olduğu çok yönlü bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Her bir yeni nesil, bu tarihi olayların ağırlığını hissetmeli ve onları unutmamak için gereken adımları atmalıdır; böylece bu acı hatıra, zamanla bir öğrenme sürecine dönüşerek insanlık adına bir ders niteliği kazanabilir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca geçmişte kalmış bir zaman dilimi değil, aynı zamanda günümüzün şekillenmesinde de önemli bir rol oynamaktadır, bu nedenle bu tartışmaların sürdürülmesi ve geçmişle yüzleşmenin sağlıklı bir şekilde yapılması gerekmektedir.

Kaynağını somut olaylardan alan; bütünüyle tanık/sanık ifadeleri ve belgelerle kanıtlanmış gerçeklere dayanan tarihsel bir metinle karşı karşıya olduğumuzu yazının girişinde belirtmiştik. Nitekim yukarıda andığımız geçmişle hesaplaşma girişimlerinden biri de Frankfurt’ta cereyan eden söz konusu yargılamadır. İnsanlık tarihine geçecek kadar önemli olan Nürnberg duruşmalarından yıllar sonra, Frankfurt’ta da Holokost gerçeğiyle hesaplaşma, sorumlulardan ve suçlulardan hesap sorma yönünde önemli bir adım atılmıştır. Ancak bu girişim gerek dönemin Soğuk Savaş konjonktürüyle yüklü politik atmosferinin gerekse de (bundan da beslenen) Doğu-Batı ayrımının güçlü siyasal motivasyonlarıyla da karakterize olmaktadır.

Doğu Alman savcının Holokost gerçekliğini faşist ideolojinin neredeyse  zorunlu bir sonucuna ya da onun ayrılmaz bir parçasına dönüştürme gayreti söz konusu reel politik durumun bir göstergesi olmalıdır. Nitekim toplama kamplarının işleyiş tarzı da “ölümün fabrikasyonu” nitelendirmesini haklı olarak ortaya çıkarmış ve insan aklının ötesine geçen, anlam vermenin çok zor olduğu türden bir gerçeklik yaratmıştır. Fabrikasyona dönüşmüş ölüm, sömürüyü her türlü sınırın ötesinde bir alana taşıyarak, milyonlarca insanı fiziksel olarak da tüketene kadar aşamalı biçimde ve sonuna kadar gerçekleştirmiştir. Bu sürecin hakim kapitalist üretim tarzının fordist biçimiyle örtük de olsa mukayese edilmeye çalışılması reel politik yükle olduğu kadar yukarıda belirtilen anlam atfetme güçlüğüyle de ilişkili olabilir. Ancak toplama kampı deneyiminin sadece kitlelerin değil, aynı zamanda bireylerin de yaşamlarını derinden etkileyen ve günümüze dek etkilerini sürdüren travmalarla dolu olduğunu da unutmamak gerekir. Öyle ki milyonlarca kişiye yaşatılan akıl almaz eziyetle öne çıkan insanlığın bu dönemine dair hatırladığı ve unutmaması gereken acılar, ilerleyen zamanlarda insan hakları ve adalet arayışlarına daha güçlü bir temel oluşturmuştur. 

Nitekim eserin 48. sayfasında (1996) siyasal sistemi toplama kampı metaforunda somutlaştıracak şu konuşmaya rastlamak mümkündür;

Yalnız kurnazlar sağ kalıyordu
açıkgözlüğü bırakmayanlar
her gün birşeyler elde edenler
yaşayabiliyordu
Hastalar
sıkılganlar
nazik olanlar
şaşkınlar beceriksizler
kederliler kendilerine acıyanlar
ayak altında kalıp
eziliyordu


Bu sözler, toplama kampı ortamında hayatta kalmayı başaranların özellikle hayatta kalma becerilerini ön plana çıkarmakta; aynı zamanda sistemin acımasız doğasını da gözler önüne sermektedir. İnsanın zaaflarının ve kırılganlıklarının nasıl istismar edildiğini gözler önüne seren bu şiirsel çizim, o dönemin karanlık yüzünü tahayyül sınırlarını zorlayacak ölçüde yansıtmaktadır. 

Yukarıda kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi, Doğu Almanya’nın Holokost hesaplaşması sonrasında kurulan siyasal rejim, belirsizliklerle dolu bir geçmişin izleriyle iç içe geçmiş bir zeminde bir tür faşizm eleştirisini içermekte, aynı zamanda Weimar dönemine uzanarak Alman başarısız devrimine çektiği hatla tarihsel bir süreklilik ve tutarlılık iddiası da taşımakta ve bu bakımdan bütünleşik bir tarih okumasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede, geçmişte yaşanan travmaların toplumsal bellekteki yansımaları, sadece mahkeme salonundaki somut kanıtların tartışılmasıyla sınırlı kalmayıp, bireylerin günlük yaşamlarına ve toplumsal dinamiklere de sızmakta ve savcının kişiliğinde hayat bulmaktadır.  Federal Almanya içinse durum çok daha karmaşık ve ağır görünmektedir. Soğuk Savaş cepheleşmesinde kapitalist dünya alanı içinde kalan Federal Almanya, çoğu eski dönem Nazi geçmişiyle yüklü bir bürokrasiye sahipken, dahası bu partiye bir şekilde bulaşmış kişilerin devlet yönetimindeki bürokratik tecrübelerine ihtiyaç duymakta, onları yeni süreçte işlevsel olacak bir insan kaynağı olarak “kullanmaya” da çalışmaktadır. Bu durum, geçmişin gölgelerinin günümüzde bürokratik aygıta, iktidarın kuruluş dinamiklerin hatta devlet biçimlerine nasıl sirayet ettiğini gösteren dikkat çekici bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim eserde konuşturulan sanıkların, ki sanık ve tanıklara numara verilerek konuşturulmaları toplama kamplarının geçmişine yapılan acı bir göndermedir, kendilerine isnat edilen suçların neredeyse tamamını reddettikleri görülmektedir (1996: 70). Dahası, çoğu, geçmişte ettikleri askerlik yeminlerine ve bunun bir parçası olan gizliliğe sadık olduklarını ima eden konuşmalar yapmaktadır (129). Bu kişilerin mahkemede gösterdikleri tavrın açıkça yansıtılması, Holokost suçuyla hesaplaşmanın bitimsiz bir görev olduğunu ve esasen günümüzde önemini koruduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici bir göndermedir. Almanya her ne kadar savaşın yıkıntıları arasından bambaşka bir ülke yaratmaya çalışsa da, Nazi geçmişi bürokratik artıklarıyla, düşünme biçimiyle, hatıralarıyla halen ayaktadır. Toplum, bu geçmişle yüzleşme sürecinde, zor bir ikilemi yönetmek zorunda kalır; geçmişi inkâr etmek ya da kabullenmek arasında bir denge kurmak, aynı zamanda toplumsal adalet arayışı içinde bir meşruiyet oluşturmak gerekliliğiyle yüz yüze gelir. Nitekim 1970’lerde Almanya’yı deyim yerindeyse “sallayacak” olan Kızıl Ordu Fraksiyonunun (RAF) hareket edeceği etik-politik tarihsel zemin de esasen ve tam olarak budur. Bu “reel politik yük” davanın seyrine, cezalandırmanın görece “hafifliğine” de yansımış gibi görünmektedir; bu durum, geçmişle yüzleşmenin ve kolektif hafızanın yeniden inşasının ne denli karmaşık ve çok boyutlu bir sürecin parçası olduğunu gözler önüne sermektedir.

Eserin Türkçe çevirisinin Türkiye’nin en büyük şairleri arasında gösterilen mehum Ülkü Tamer tarafından yapılması okur için başlı başına bir talih sayılmalıdır. Özellikle edebi mirasın korunması, yeni nesillere aktarılması açısından bu tür çevirilerin öneminin büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim çeviri talihinin eserin güncelliğine de yeni bir soluk katacağını ve okunmasının edebî bir deneyim olarak düşünülebileceğini iddia ediyoruz. Ülkü Tamer’in eşsiz üslubu ve derin duygu dünyası, çevirinin ruhunu yansıtarak hem eserin özünü korumakta hem de okuyucuya farklı bir deneyim sunmaktadır. Bu bakımdan söz konusu çeviri, sadece dilin değiştirilmesi değil, aynı zamanda halklar arasında kültürel bir köprü inşa edilmesi anlamına da geliyor.

Sonuç her ne olursa olsun, tarihsel gerçeklerden hareket eden bu belgesel eserin, (yazıldığı dönemin gerçekliğini ve motivasyonlarını taşımak gibi kusurları olsa da) günümüzde de değerinden pek bir şey yitirdiği söylenemez. Bu eser halen, geçmişte yaşanan acı tecrübeleri ve sosyal dinamikleri gözler önüne sererek, okuru ve izleyiciyi düşündürmeyi ve sorgulatmayı amaçlayan önemli bir kaynak niteliğindedir. Esasen aşırı sağın yükselişiyle birlikte Nazi Partisi’nin yalnızca bir avuç hırslı elitin ya da bazı sermaye çevrelerinin bir eseri olmadığı, gerçekte tam bir kitle desteğine sahip milyonlarca insanın aktif katılımını içerdiğini ve bu nedenle hem Alman toplumuna hem de bütün dünyaya yaşattığı travmanın üstesinden gelmenin öyle kolay bir iş olmadığını hatırlamak, hatırlatmak için tekrar tekrar okunması, izlenmesi ve sergilenmesi gereken bir hafıza metni olduğunu iddia etmek bana göre hiç de yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, olayların özünü anlamak ve bu trajedinin tarihsel bağlamını kavramak, yalnızca akademik bir gereklilik değil, aynı zamanda insanlık adına herkesin yerine getirmesi gereken büyük bir sorumluluktur. Böylece, geçmişteki hataların tekrarlanmaması adına, yeni nesillerin bilinçlenmesine katkıda bulunmak da mümkündür.


Onur Aydemir
Nisan 2025, Ankara