Bir Eleştiri Blogu

14.05.2025

Lev Tolstoy’un Edebi Mirası: İnsanlık Durumunu Anlamak

Lev Tolstoy'un bir portresi.

Bugün Lev Tolstoy’un ölüm yıl dönümü. Bu büyük yazarı anmak için birkaç satır da olsa yazmak istedim.

Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910), Rus edebiyatının en önemli figürlerinden biri olarak kabul edilir ve “Savaş ve Barış”, “Anna Karenina” gibi eserleriyle dünya edebiyatına damgasını vurmuştur. Yazarın çalışmaları insanlık durumunu genel bir çerçeveden ve farklı karakterlerin hangi koşulda nasıl hareket ettiklerini derinlemesine inceleyerek, sevgi, savaş, ahlak ve varoluş gibi evrensel temaları ele alır. Bu bakımdan yazarın çok boyutlu düşünce yapısı ile bundan ayrı olarak düşünülemeyecek eserleri dünyaya yalnızca edebî bir miras bırakmakla kalmamış aynı zamanda ahlaksal ve toplumsal düşünce dünyasında da derin etkiler yaratmıştır. Varlıklı bir aileden gelmesine karşılık kişisel yaşamında basit ve sade bir tavrı benimseyen, böylece sevenlerine canlı bir örnek olan Tolstoy, toplumsal adalet ve dünya barışı için verdiği mücadele ile de tanınır. Yazarın çok boyutlu olarak nitelendirilebilecek felsefesi Hristiyan mistisizminden tonlar taşıdığı gibi anarşizan ögeler de barındırır; bu özgün bileşim, aynı zamanda bir düşünür vasfı da taşımakta olan yazarın bireysel özgürlük ve toplumsal sorumluluk arasında bir denge kurma çabasını yansıtır.

Bugün, Tolstoy’u anarken, onun eserlerinin bizlere sunduğu güçlü önerileri, ahlaksal bir tını da taşımakta olan düşüncelerini ve yaşama dair bakış açılarını hatırlamak bana kalırsa ayrı bir önem taşıyor. Edebiyatın ifade gücünün yarattığı büyük etkiyle yaşadığı dönemde insanları etrafında birleştirebilen bu büyük yazar, geriye bıraktığı ölümsüz eserleri aracılığıyla bugün de bizlere ışık tutmaya devam ediyor.

Tolstoy’un da bir parçası olduğu -ve bana kalırsa roman türünü zirveye taşıyan- büyük yazarlar kuşağının yurdu olan Rusya, edebiyat alanında derin köklere sahip olan bir ülkedir. Özellikle 19. yüzyıl edebiyatı, Rusya’nın dünyaya sunduğu en büyük armağanlardan biridir. Dönemin Rus edebiyat insanları arasında Gogol, Puşkin, Lermantov, Şçedrin Saltıkov, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, sonrasındaki yüzyıla sürgün veren Maksim Gorki ve Mikhail Şolohov gibi dev isimler bulunmaktadır. Bu isimlerin her biri, bana kalırsa yalnızca biri bile yeterdi, Rus edebiyatının zenginliğini ve derinliğini gözler önüne seren önemli kişiliklerdir. Hangisini sayalım? Turgenyev ve Gogol modernleşmenin yarattığı yabancılaşmayı acı bir alayla ele alır ve yine de “dava adamı” rolünden vazgeçmezken aynı zamanda ele aldıkları karakterlerin canlı bir portresini çizerler. Bazarov örneği bugün halen gözlerimizin önündedir. Bu isimler kendilerinden sonra gelen belki de dünyanın en büyük romancısı dilebileceğimiz Dostoyevski’nin de yolunu açmakta, ona deyim yerinde ise “el vermektedirler”. Fyodor Mihayloviçç Dostoyevski’nin eserleri ise insan ruhunun gözlemlenmesinde adeta sınırları zorlayarak, insanı toplumsal sorunların ve ahlaki ikilemlerin penceresinde görür. Bu pencere ki Tolstoy’un anakronizmi göze alarak kıyaslayabileceğimiz sinematik iz düşümü Andrei Tarkovski’nin kurduğu Monetvari kadrajının tersine, merceği bir apartman dairesinin sahanlığına kurmuştur. Raskolnikov’un dar izbesi hatırlansın. Nitekim büyük yazar, “Suç ve Ceza” gibi eserlerinde bireylerin içsel çatışmalarını kırılgan bir ruhun pençesine düştüğü devasa bir anaforun sarsıntılarıyla okura aktarır. Yine de bunu yaparken anlatısını toplumsal adalet arayışlarıyla iç içe geçerek evrensel temalar etrafında şekillendirmesini bilir.

Her ne kadar yukarıda sözünü ettiğimiz yazarlar belirgin biçimde sıra dışı bakış açılarına sahip olsalar ve haklı olarak birer “klasik” sayılsalar da Tolstoy’un kendine has tekniğiyle kurduğu dünyayı, bu dünyada yarattığı çok boyutlu ve canlı karakterleri onun derinlik arayışını diğerlerinden ayırır. Bu derinlik arayışıdır ki büyük yazarın eserlerini daha başka bir boyuta taşır. Örneğin, “Savaş ve Barış” adlı eserinde, büyük tarihsel olayları bireylerin yaşamları ile iç içe geçirmesi, tek sözcükle “damlada ummanı görmesi”, okuyucuyu yalnızca bir gözlemci değil, aynı zamanda gerçek tarihin tanığı olan insanların yaşamını en canlı bir biçimde göstererek okuyucusunu hikâyenin bir parçası haline getirir. Bu durum, insanın tarihsel ve toplumsal bağlamda nasıl bir rol oynadığını da sorgulamaya yönlendirir.

Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi Tolstoy’un eserlerinde uzam daha geniş, ahşap oymalı masanın üstüne açılan haritaların ölçeği Tanrısal bakışa yakınlaşmak istercesine geniştir. Bu büyük dahi penceresini Dostoyevski gibi bir apartman dairesinde değil, Yasnaya Polnaya’nın dingin atmosferinde, ufuk çizgisini seyredebileceği bir gözlemci kulesinde bulmuştur. Yine de Tolstoy’un bireyden evrene uzanan merdiveninde insanın hikayesi âdeta bir nakış inceliğiyle işlenir. Onun kalemi, kendi iç dünyasının çatışmalarından çok, sürekli bir devinim halinde bulunan tarihsel olaylar zinciri içerisindeki insanı, kendi gündelik ilişkileri içinde merkeze alır. Böylece etkileri yüzyıllara yayılan savaşlar, önemli toplumsal dönüşümler, insanların yaşamını devasa bir değirmende öğütürcesine savuran büyük hadiseler de diğer kefeye insanın hikayesinin konduğu bir terazide aynı hassasiyetle ele alınır. Yazarın bu yaklaşımı yalnızca bireyin trajedisine değil, aynı zamanda toplumun hatta toplumların incelikli ve karmaşık yapısına dair derin bir anlayış geliştirmemize imkân tanır. Demek ki Tolstoy’un ustalığı, yaşamın en dar ve izbe koridorlarından çıkarak geniş ufuklara, ovalara, dağlara, milyonların kaderine kadar uzanır hem bireysel hem de kolektif varoluşun bir aynası işlevini görür. İşte bu perspektif, 19. yüzyıldaki diğer büyük Rus edebiyatçılarla karşılaştırıldığında onun edebî mirasına kendi rengini vererek onu ayrıksı kılar dahası kültürel zenginliğinin derinliğini, elbette bakmasını bilenler için, bir kez daha gözler önüne serer.

Rusya aynı zamanda bir düşünürler ülkesidir. Yukarıda kısaca Tolstoy’un düşünsel derinliğine de değinildi. Burada yeniden vurgulamak gerekirse; Tolstoy’un metinlerini okuyan biri, yalnızca tarihsel ve sosyal bir hikâye dinlemekle kalmaz, yaşadığı dünyanın karmaşıklığını anlamak için kendisine yeni bir pencere de aralamış olur. Yazarın kaleminden dökülen derinlikler bir yandan kişisel varoluşun uçurumlarını arşınlarken diğer yandan toplumsal katmanların iç içe geçtiği bir devasa bir bütünlüğü kat eder. Böylesine geniş bir perspektif, onu yalnızca Rus edebiyatının değil, dünyanın da sayılı düşünürlerinden biri haline getirir.

Elbette her okurun bir yazar tercihi vardır ve benim için bu tercih Ateş Fedya, herkesçe bilinen adıyla Fyodor Dostoyevski’dir. Bu kişinin benim gözümde bırakalım yazarı, deyim uygun düşerse insanın ruhunu açık bir kitap gibi okuyan bir tür evliyadan farklı yok ama bu ayrı bahis… Tolstoy ise bana kalırsa Dostoyevski’den sonra gelir. Edebiyat tarihinde sıkça yapılan bu iki büyük ismi kıyaslama yanlışlığına girecek değiliz. Bunu yapmayacağız zira günümüzde sıkça yanlış anlaşıldığı hatta anlaşılamadığı gibi, bir yeteneğin büyüklüğü bir başkasını küçültmez. Yahut birini küçültmek bunu yapanı yüceltmez. Bizce de Dostoyevski’nin kendine has büyüklüğü Tolstoy gibi bir yazarın büyüklüğünü değiştirmez. Kişinin içsel yaşamına, ruhsal dünyasına, duygularına ve vicdanına yoğunlaşan Dostoyevski’den farklı olarak Tolstoy’un eserleri, sosyal ve politik temaları ustaca harmanlayarak dönemin ruhunu yakalar. Böylece dünya edebiyatına ve insanlığın vicdanına yaptığı katkı bakımından onu tamamlar. Üstelik düşünce dünyasındaki ustalığının bir sonucu olarak romanlarında insanın yalnızca birey olarak değil, toplumsal bir varlık olarak da ele alınması gerektiğini de sık sık vurgulayarak, bana kalırsa unutulmayacak bir mesaj verir. Çok bilinen bir mecazı kullanacak olur isem, Dostoyevski dar açı lens kullanarak fotoğraf çekerken, Tolstoy âdeta bir panorama insanıdır. Dostoyevski’nin bireyinde ortaya çıkan trajedi, Raskolnikov’un ya da Şatov’un arayışında belirirken Tolstoy’da ise General Kutuzov’un yanmış toprak stratejisiyle yurdunun karnına doğru geri çekildiği geniş ovalarda, steplerde yığılan orduların sıkıştığı toprak yollarda görünür kılınmaktadır. Ama insanın trajedisi de esas olarak bu büyük hadiselerin içinde vuku bulur. Prens Andrey’in attan düşerek sonsuz gökyüzü ile baş başa kaldığı o kısacık an’ı yahut Anna Karenina’da atın ayağının kırıldığı sahneleri hatırlayınız. Bu sahneler yalnızca bir düşüş değil, belki aynı zamanda bir varoluşsal sorgulamanın da sembolüdür. Duygular, yüzlerce karakterin arasındaki bireyde içkindir; her bir karakter, kendi içsel çatışmaları ve duygusal derinlikleri ile tanımlanır. Bu şekilde bu zengin dünyanın içindeki yerimizi bulmak, yalnızca kurgusal bir yolculuk değil, aynı zamanda kendi yaşamlarımızı sorgulayarak anlamlandırma sürecine dönüşebilen önemli ruhsal olaylara bir davet anlamına da gelir.

Lev Tolstoy hakkında çok şey yazmak mümkün, ama ne derler, biraz da “tadı damağınızda kalsın”. Bugünün dünyasında sahici edebiyatı okumak isteyenlere rahatlıkla önerebileceğim bir yazardır; onun eserleri, derin bir gözlem ve insan ruhunu anlama çabasıyla doludur. Felsefî yönü de güçlüdür, insanı düşünmeye sevk eder ve hayatın anlamını sorgulama konusunda okuyucuya ilham verir. Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü’nü dinlerken ben hep onu Yasnaya Polyana’daki çiftliğinde yürürken düşünüyorum; bu yürüyüşlerin onun düşünce dünyasına nasıl bir katkıda bulunduğunu, bestecinin müziğine yapışan ilhamın tabiattan büyük yazara nasıl sirayet ettiğini hayal ediyorum. Benim düşüncemde bir yerde, sonsuzluktaki sabit bir noktada halen de o şekilde yürümekte ve yaşamı sorgulamaktadır; doğanın sade güzelliklerinde ve içsel huzurunda insanlığın varoluşsal dertlerini keşfetme arayışı içindedir.

Bu kısa bir anma yazısıdır. Büyük kişinin ruhuna ithaf edilmektedir. Onun hayatı, cesareti ve ilham verici hikayesi, bizlerin yüreklerinde daima yaşayacaktır. Herkes için örnek insani niteliklere olan bu büyük kişi, mücadeleleriyle ve başarılarıyla topluma ışık tutmuştur. Anıları, yalnızca geçmişte değil, gelecekte de bizlere umut aşılayacaktır.


Onur Aydemir 
20 Kasım 2024, Ankara

11.05.2025

Dostoyevski'ye Yüzeysel Eleştiri: Edebî Bir Kayıp!

Her gün kültürel ve edebî anlamda yeni bir dip noktaya ulaşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde okumak gafletinde bulunduğum sözüm ona bir "eleştiri" yazısı da bahsettiğim vahim tablonun yakın zamanda rastladığım nadide örneklerinden biriydi. Nitekim yazarı üzmemek için burada onu anmayacak, kendisine herhangi bir atıfta bulunmayacağım. Bu satırlarda yalnızca bahse konu "eleştiriyi" okurken çektiğim derin ruhsal ıstırabı hata “azâbı” ifade etmekle yetineceğim. Mübalağa ettiğim zannedilmesin zira "azap" böyle bir yazıya “maruz kalmanın” gerçek bir okurda yarattığı etkiyi ifade edebilecek birkaç sözcükten biridir. Hissettiğim bu “azap” iki yönlüdür; birincisi, büyük yazarla temasa gelen bir ruhun nasıl olup da böyle yüksek bir insânî karşılaşmadan bu ölçüde “az nasiplenerek” çıkabileceğine katiyen akıl sır erdirememem, ikincisi ise bu derece ruhsal çoraklığın böyle açıktan, rahatça ifade edilebilecek noktaya kişiyi getiren sığ şuur hakikatine vâkıf olamamamdır. Bana kalırsa bir klasiğin, Sigmund Freud’un ifadesiyle insan eliyle yazılmış en büyük romanın yazarının bir tür “Cin Ali” düzeyinde “alımlanabilmesi”, üniversite derecesi olan birinin kaleminden çıkmış alelade bir “garabetin” sınırlarını çoktan aştığı için, üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir toplumsal “fenomen” olmalıdır. Öyle olmalıdır zira bu hâl pek tekin bir hâl değildir;  toplumsal bir çöküşün, kültürel bir erozyonun ve edebî derinliklerin gözden kayboluşunun da bir göstergesidir. Hâsılı, bir “eleştirinin” yarattığı mikrokozmosta nasıl bir çağda yaşadığımızı bilvesile yeniden idrak ettim ve bu derin boşluk, beni hem düşündürmekte hem de endişelendirmektedir. Zira bu tür eserlerin güçlenmesi, böyle kalemlerin utanç duymadan yazı yazabilmesi, literatürümüzün geleceğini tehdit eden bir unsur olarak karşımda durmaktadır.

Eminim bu eleştiri yazısının içeriğini siz de merak ettiniz. Ama biraz sabır ve anlayış buyurulsun zira benim şu an yapmakta olduğum da pek kolay bir iş sayılmaz. Çünkü “eleştirmen” yazarımsı’nın aksine benim yazı yazarken birilerine “mesaj vermeye çalışmak” ve böylece gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan birini ayaküstü heder etmek gibi özrü kabahatinden amaçlarım olmadığından kendisini anmıyorum. Bu nedenle yazısına da referans veremiyorum. En azından yazar adına “utandığım” ve şahsının göstermeye içgörüsünün yetmediği teeddübü onun nâmına ben yüklenmiş olduğum için bakın ne kadar da yorucu bir işe girişmş durumdayım!  Kısaca açıklamam gerekirse, “eleştirmen yazarımsı kişi”, yazmaya “cüret” ettiği Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki Stepan Trofimoviç'ten hallice, kimsenin bilmediği ve anlamadığı bir ruh yüceliğinde gezinen bir entelektüeldir. Dolayısıyla, onun itibarını korumak yalnız benim değil, aslında herkesin görevi olmalıdır. Nitekim kendisi bir yönüyle sözünü ettiğimiz Trofimoviç’e benzerken (Karmazinov ve Belinsky kendisiyle bir defa, ama yalnızca bir defa ve ona “notunu verene kadar” muhattap olmuştur ve bu bakımdan çok kişi tanır) diğer yönüyle hapishanede “yün eğiren” Sürgündeki Büyük Adam Gottfried Kinkel’e benzer. Böyle kişilerin bir Todorov, bir Şklovski ve Belıy kıratında olmadığını kim iddia edebilir? 

Marx'ın Sürgündeki Büyük Adamlar eserinde eserinde"dalgasını geçtiği" Gottfried Kinkel.

Okurlarım alelade bir eleştiri yazısına neden bu kadar tepki gösterdiğimi sorabilirler. Hatta aralarından bazıları; “Aydemir niçin böyle keskin bir belâgat, amansız bir polemik yürütmektedir, yoksa yazara kişisel bir garezi mi vardır? diye sorabilirler ve haklı da olurlar. Hayır sevgili okur, yazarla bir husumetim yoktur ve olamaz zira kendisini tanımam bile. Ama husumet aşkın zıttıdır ve en az onun kadar şedit bir hissiyattır derler. Eleştirmeniyle bir husumetim bulunmasa da Dostoyevski ile aramda bir tür “aşk” ilişkisi, sonsuzlukta kalplerin bir olmasından kaynaklanan bir kalp ilişkisi olduğunu neden inkâr edeyim? Büyük yazar yaşamıma hatta bizim gibi insanların belki de ilk gençlik yıllarındaki yalnız gecelerine, aşklarına, korkularına, umutlarına hoş sohbet bir arkadaş gibi sokulduğundan beri hatta bizi düpedüz bir katille empati yaptırabildiğinden beri böyledir bu.. zira Dostoyevski’nin eserleri, insan doğasının derinliklerine inen, varoluşsal soruları irdeleyen ve ruhsal çatışmaların özüne parmak basan, tasavvuru imkânsız ustalığı ile vicdanı zorlayan en güç bahislere dokunan metinlerdir; bu nedenle ona karşı duyduğum hayranlık ve sevgi aslında son derece sağlam bir temele dayanıyor. Her satırından, hayatın karmaşası ve insan ruhunun karanlık köşeleri hakkında birçok şey öğrendim ve hâlâ da öğrenirim ve dahası “öğreniriz”. Çünkü biliyorum ki yalnız da değiliz, çok kişiyiz. En azından o varken ben asla yalnız değildim. Üstelik onunla ilgili gözlemlerimi ve hislerimi de bir kenara bırakamam, onunla uzun saatler, günler ve yıllar boyunca yaptığım pek çok diyalog ancak bir ömür boyu sürecek türden ruhsal bir bağ oluşturmaktadır. Durduk yerde aklıma ondan bazı cümleler gelir, inanmayacaksınız belki ama bu doğrudur. Kimi zaman Raskolnikov kimi zaman Vrazumihin, Sonya ve Alyoşa olurum. Yanıma ansızın Dimitriy sokuluverir. Sefih adam Pavloviç beni pis eğlencelerine davet eder yahut ateşli devrimci Şatov kulağıma yakıcı bir düşünce fısıldayıverir! Hâsılı Dostoyevski içimde sanki ikinci bir insan gibidir. İşte sevgili okur, ben bu derin ilişki içerisinde, onun fikirlerini tartışmayı, savunmayı ve gerektiğinde eleştirmeyi bir yükümlülük olarak gördüğüm gibi, onun hakkını müdafaa etmeyi de en tabii bir hak ve mecburiyet olarak görüyorum. Çünkü sevgili okur, aşk, yalnızca kabullenmek değil, aynı zamanda sorgulamak, derinleşmek ve büyümektir de…

Ellerim titreyip içim kan ağlayarak da olsa, bir tür "insan harikası" olan bu eleştirinin habis içeriğine geçiyorum. Dostoyevski’nin has okurları bu türden bir edebî cinayeti kısmen de olsa filme aldığım için beni bağışlasınlar!

Sahici bir dil ustası olan “eleştirmenimiz” yazısına girerken, Fyodor Mihayloviç hakkında artık tekrarlanıp durmaktan “bayatlamış” bulunan bir takım yüzeysel düşünceleri “bir kez daha tekrarlayarak” henüz metnin başında hem okuruna fenalık getirmeyi başarıyor hem de entelektüel kibirini sergiliyor. Üstelik yazarın duyarlılığı üzerinden kendince insan bilgeliğinin derecesini gözümüze sokmaya çalışmakla daha ilk adımda had bilmezliğini başarıyla teşhir ediyor! Görünen o ki, "eleştirmen yazar", Vikipedi ve Google gibi "seçkin" bilgi kaynaklarından “sörfümsü” bir araştırma yapmış ve büyük yazarla ilgili sıkça tekrarlanan kimi pespaye lafazanlıkların en pespaye olanlarını başarıyla seçmiş! Bütün bunları alt alta yazınca da “eleştiri” olacağını zannetmiş! Doğrusu ben, moda tabirle “accaayip etkilendim!” Aslında eleştirmenimiz böyle bir işe girişmekle, en fazla “çember çevirerek araba kullandığını” ya da “sandalyeleri yan yana dizerek çadır kurduğunu” zanneden bir çocuğa benziyor ama çocuk sâfiyetine ve yaratıcılığına duyduğumuz saygıdan dolayı şimdilik derin bir nefes alarak sabırla okumaya devam ediyoruz. Öyle ya, belki bir çocuktan beklenen o anlık zeka sıçramalarını, keskin düşünce parıltılarını tadabilir ve bir kez olsun tebessüm edebiliriz. Heyhât, ne mümkün! Eleştirmenimiz bizi metni okumaya devam ettiğimiz için adeta kendimizden utandırırcasına, her adımda tüyleri diken diken eden bir cehâlet, lise kantinlerindeki edebiyat tartışmalarında dahi affedilmeyecek bir basitlik ve üstelik ancak öz farkındalığın yerlerde sürünmesiyle izah edilebilecek türden yontulmamış bir küstahlıkla yazmaya devam etmekte, kendi “kutsal amacını”; yani ne kadar da muhteşem ve inanılması güç derecede bir "insan" olduğu “gerçeğini” kafamıza kafamıza vurmaktadır. Üstelik bunu yaparken, Ayn Rand gibi "düşünürlere" rahmet okutacak türden, hiçbir derinliği olmayan sekizinci sınıf neoliberal görüşleri kesinlikle farkında olmadan (farkında olması yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla teknik olarak da mümkün değildir) savunarak siyasete de girmektedir! Nasıl mı? Şu ana kadar okumayı midesi kaldıran okurlarımız varsa bundan sonra “metni” meâlen “deşerek” bunu açıklayacağım. Metnin kendisini “otopsi görüntüsü” vermemek için deşemiyorum zira okuruma duyduğum merhamet bana mâni olmaktadır.

Buna göre, büyük yazar Dostoyevski, kendi aptallığı ve saçma sapan yaşamı ile yüzleşme başarısını gösterebilmiş olgun bir adamdır (gülmeyin! akıllara ziyan bir dizi safsatadan ibaret laf kalabalığını çıkarıp mantıksal argümanın çekirdeğine ulaşırsak tamı tamına böyle diyor) Eleştirmenimiz Dostoyevski'den anlaya anlaya bunu anlamıştır. Ama üzülmesin! Kolhozdaki mujik de onun için "bırakın o hasta alkolik zavallıyı" diyordu. İsteyen kişi bugün Beyaz Rusya ya da Sibirya’daki herhangi bir domuz çiftliğine gidip sorabilir, alacağı yanıt tam olarak budur. Demek ki eleştirmenimizde temayüz eden yüksek entelektüel derece kolhozdaki mujiğe, edebiyatı filan bırakıp işine bakması için söylenen şeyle aynıdır. Bilgelik dolu bir yazının içinde zekânın parlaması da bu olmalı herhalde… Eleştirmenimize göre, büyük yazar hayatını deyim yerinde ise bozuk para gibi harcamış, kumar oynamış, ekmeği alkole banmış, zamparalık yapmış, bir takım politik işlere kalkışmış, şöyle de yapmış böyle de yapmış… Hakikaten inanılmaz saptamalarla karşı karşıyayız! Dostoyevski’nin eleştirmenimiz gibi “kafayı çalıştırıp” kısa yoldan köşeyi dönmek için bir çeşit atraksiyonlar türbülansına girmek gerine hadsizlik yapıp politik olaylara karışması, aşık olması, hayatın anlamını araması gibi boş beleş işlerle uğraşması affedilecek şey değil doğrusu! Kısacası, işte böyle aptalca yaşamış, tuhaf maceralara yelken açmış, ama sonunda "aman ne yaptım ben böyle yahu!" da diyerek “imana gelmiş” Nasreddin hocavari bir tür zamane mucizesi ile karşı karşıyayız! İşte böyle sekizinci sınıf, yontulmamış, insanlık denilen şeyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan, pek de yüz yüze gelmediği anlaşılan vicdan mefhumuna sahip kişilere alenen "plansız programsız şarampole yuvarlamış bir tür serseri" gözüyle bakıp "acıyan" (bu durumda baş serseri de, hayatı boyunca hiçbir estate'e kalıcı olarak bağlanmamış ama şimdiye kadar görülen en dayanıklı siyasal yapıyı kurmuş avare yalnız gezer J.J. Rousseau olsa gerek, insanlık tarihinin gördüğü en büyük filozof yani) kısacası özrü kabahatinden büyük, inanılmaz bir çıkarımlar zinciriyle karşı karşıya bulunuyouz! Bu noktada, Dostoyevski’nin eserlerinin derinliği, varoluşsal sorgulamaları ve insana dair derin içgörüleri, göstere “göstere”, yazarın kendisinin de bir çeşit “başıboş” bir hayata sahip olduğunu gösteriyor; bu da bireyin toplum içinde yaşadığı çelişkileri ve içsel çatışmaları anlamaya değil, ona “acımaya” ve onun kendisine acımasına empati “lütfetmeye” dönüşüyor! Böylece, "eleştirmen yazarımsı" kişi, yabancılaşma ve modernitenin yaşattığı kültür şoku gibi fenomenlerle tamamen alakasız olduğu gerçeğini alenen cemiyete ilan etmekle kalmıyor; bu hissiyatı derinden duyumsayan vicdan sahibi gerçek insanları da bir tür "loser" olarak kodlama ayrıcalığına erişiyor. Böylece, bu karşıt tepkinin, sınıf atlamacı ilişkilerin çıkarıcı samimiyetsizliğine karşı bir reaksiyon, algısal düzeyde bir direnç veya büsbütün bilinçli bir tercih olabileceği gerçeğini kesinlikle anlayamıyor; onun anlamaya gücünün yetmediği şeyleri idrak edebilen "sıradan insanları" ise aklın sınırlarını zorlayacak bir şekilde hakir görüp aşağılıyor ve empati yoksunluğunda yeni bir zirveyi işaretliyor. Burada da kalmıyor, merhamet duygusunun yakınından bile geçmeyecek, cangıldan hasbelkader fırlamış çeşitli orman hakikatlerini, bir tür şecaat-sirkat diyalektiği içinde okurun üstüne başarıyla boca ediyor. 

Eleştirmenimizin gözünden Dostoyevski bu olmalı!

Yazarın karmaşık ve çok katmanlı   eserlerinin derinliğini anlamadan yapılan bu tür eleştirilerin yalnızca edebî bir yanlış anlama değil, aynı zamanda insanî bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. "Eleştirmenimizin" yazarın eserlerini ve karakterlerini anlama kapasitesinden tamamen yoksun olduğunu görmek yalnızca analitik zekasının ve yazarlık kabiliyetinin değil aynı zamanda insanî duyarlılığın ve empati yeteneğinin de ne denli eksik olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca, Dostoyevski'nin eserleri yalnızca bir hikaye anlatımından öte, insan ruhunun derinliklerini keşfeden bir yolculuğu da temsil eder; bu eserler, okuyuculara derin bir düşünsel ve duygusal deneyim sunar. Böylesine derinliksiz ve anlamsız bir yazının, büyük yazarın karmaşık dünyasını basite indirgediği ve onun derin insani duyarlılığını hiçe saydığı gerçeğiyle yüzleşmek ise bir okur olarak en azından benim için çok acı verici; çünkü bu durum, sanatın ve edebiyatın sunduğu derin anlayışın göz ardı edilmesine yol açmakla neredeyse aynı şeydir. Oysa ki, Dostoyevski'nin karakterleri aracılığıyla sunduğu insan deneyimi, bize sevgi, acı, yalnızlık ve toplumsal krizler gibi evrensel temaları anlamamızda yardımcı olur ve bu temalar esasen insan varoluşunun da özüdür. Her bir karakter, kendi içsel çatışmalarıyla, toplumun çelişkileriyle ve insanlığın karanlık yönleriyle yüzleşirken, okuyucuyu bir ayna gibi yansıtır. Bu yüzden, söz konusu eleştiriyi okuduğumda içimde büyük bir hüzün ve hayal kırıklığı oluştu; çünkü bu tür bir anlayışsızlığın, kültürel ve sanatsal algımızı daralttığını düşünüyorum. Çünkü edebiyat, yalnızca kelimelerin bir araya gelmesi değil, aynı zamanda derin duyguların, karmaşık karakterlerin ve toplumsal gerçeklerin bir bütün halinde sunulmasıdır. Dostoyevski’nin eserlerinde bu unsurlar o kadar ustaca işlenmiştir ki, bir eleştirmenin görevini yerine getirebilmesi için öncelikle bu derinliğe saygı göstermesi gerekmektedir. Sonuç olarak, kalemini nasıl kullanacağını bilmeyenlerin, büyük edebiyatçılara temas etmeden önce oturup iyice düşünmeleri gerekir çünkü yanlış bir dokunuş, edebiyatın soyut dünyasında telafisi zor yaralar açabilir.

Gerçek ve "otantik" diyebileceğim bir Dostoyevski okuru olarak beni en çok yaralayan olgu, eline kalemi geçirmiş herhangi birinin, böyle basit ve içeriksiz bir yazıyla büyük yazarı anabileceğini düşünmesi oldu. Üstelik eleştirmen bununla da kalmamış, Sigmund Freud'un Dostoyevski ile ilgili yazdıklarından hareket ederek okuruna ibretlik mesajlar vermeye de çalışıyor. Neresinden tutmalı bilmem. Yazının yüzeyselliği mi, yazarın hiç anlamadığı bariz olan konularda bilgelik dersleri vererek ukalalık yapması mı yoksa hepsinin doğal sonucu olarak okurunu aptal yerine koyması mı? Cahil cesareti demek yerinde olurdu belki ama kesinlikle eksik olacaktır. Çünkü bu durum yalnızca edebiyat açısından bir küfür değil, aynı zamanda insan doğası üzerine yapılan en ince analizleri bile geçersiz kılacak bir pervasızlıktır ve bu tür yazılar okura sunulan değeri sıfıra indirmektedir. Dostoyevski'nin derin bunalımlarını, insanın iç çatışmalarını ve ahlaki ikilemlerini popülist bir anlayışla çarpıtmak, eserin ruhunu bütünüyle yok eder; bu da sanatla düşünce arasındaki o ince çizgiyi ortadan kaldırır. Dolayısıyla, edebiyatı yukarıdan bir bakış açısıyla ele almak, yalnızca bir nesneyi değil, aynı zamanda onun arka planda taşıdığı bütün kültürel ve tarihsel değerleri de gözden kaçırmak anlamına geliyor.

Eleştirmenimizin okumalarını kuaförde yaptığı
düşüncesi yakamı bırakmamaktadır! 

Bir Dostoyevski hayranı olarak, her satırında derin bir hayal kırıklığı yaşadığım bu yazıya karşı içimde derin bir öfke ve tiksinti uyandığını söylemem sanırım en doğrusu olacaktır. Dostoyevski'nin derinliklerini anlamaktan aciz biri tarafından kaleme alınmış bu yazı, büyük yazarın eserlerinin büyüklüğünü ve değerini hiçe saymakla kalmamış, okurun içindeki merhamet ve empati duygularını zedeleyecek kadar yüzeysel ve anlamsız bir yaklaşımla yazarın dünyasını yok etmiştir. Proleterlerden aristokratlara, ruhsal buhranlardan varoluşsal sorgulamalara kadar geniş bir yelpazeyi ele alan Dostoyevski, okuyucularını insanlığın karanlık yönleriyle yüzleştirirken kendi derin acılarını ve sevinçlerini de yansıtır; fakat sırf yazmış olmak için, entelektüel kibir ve kişisel mesajlar için kaleme alınmış böyle edebiyat ucubeleri, böyle bir derinliğe ulaşmak şöyle dursun onun yakınından bile geçememiştir. Bu durum, okuyucunun yazarın felsefi ve psikolojik tartışmalarına katılma isteğini de engellemekte, onu eleştirmenin yüzeyselliğine mahkum etmektedir. Bu yüzden, Dostoyevski'nin eserlerinin zenginliği ve derinliği karşısında bu yazının yaratmaya çalıştığı ön yargılı yaklaşım, gerçekten acı verici bir kayıptır.

Okurdan âcizane dileğim şudur; Dostoyevski gibi bir yazarı böyle bir vasatta  okuyacak iseniz eğer, teşebbüs dahi etmeyin. Bana kalırsa hem enerjinizi boşuna harcamamış hem de insanlık nâmına çok hayırlı bir iş yapmış olursunuz. Zira Dostoyevski okumak edebî bir zevkin ötesinde, insan ruhunun derinliklerine inmek ve varoluşsal sorgulamalar yapmak için bir araçtır da. Eserlerinde yer alan insan doğasının karmaşıklığına dair derin gözlemler, okuyucuya merhametin beklenmedik anlarda ortaya çıkan ışığını yansıtmaya da gerçeğin çirkin yüzünü göstermeye de aday olabilir. Bu yüzden, Dostoyevski okumak her zaman sizi "şık gösteren" entelektüel bir takı değildir, yerine göre "çirkin de gösterebilir". Üstelik onu bu şekilde basite indirgemek çirkinliğin ötesinde bir çoraklığı da işaretleyebilir. Zira çorak ruh dünyalarında büyük yazarların armağanı olan mümbit meyveler yetişmez çünkü bu tür eserler, okuyucunun kendi içsel mücadelesine de ayna tutar ve onlara insan olmanın getirdiği anlayıştan kaynaklanan bir sorumluluk da yükler. 

Üniversite yıllarımızda “orta son kompozisyonu” diyerek biraz da küçümsediğimiz yazılar okuduğumuzu anımsıyorum. Ancak günümüzde edebiyatın, eleştirinin geldiği hâli görünce cidden çok üzülüyorum; içeriği boş, anlamı yüzeysel olan bu yaklaşımlar, büyük yazarların değerini azaltmaktan başka bir işe yaramaz. Ateş Fedya'yı mezarında olsun rahat bırakmayı bilmek gerekir; onun derin mesajlarını ve insan psikolojisindeki yansımalarını yeterince kavrayamayanların, eserlerine saygı duymaları ve mümkünse hiçbir şey yazmamaları da yukarıda bahsettiğim insanî sorumluluğun yüklediği bir tür gereklilik olmalıdır. Bu nedenle, dostlarım, eğer Dostoyevski'yi anlamaya niyetleniyorsanız, öncelikle kendinize bakmayı bilmelisiniz. İnsanın kendisine bakması çok parlak bir cisime, güneşe bakmaya benzer. Biraz zorlanacaksınız. Ancak o zaman yazmaya niyetlenin ve emin olun edebiyat işte o zaman sizinle “konuşmaya” başlayacaktır.

Onur Aydemir
Mayıs 2025, Ankara


Son not: Kişisel olarak polemik sevdiğim bir tür değildir. Ancak gerektiği zaman kullanabileceğim ve kullanılması da gereken bir tür olduğunu düşünüyorum. Gösteriş yapmak ya da “mesaj vermek” kastıyla büyük düşün insanları ve yazarlar hakkında yazmak bana göre bunun sonucunda polemiği göze almaktır. Bu gibi basit amaçları olan kişilerin “eleştiri” yapmak için kendi düzeylerinde kitaplar seçmeleri iyi olur. Nitekim günümüzde bu gibi neoliberal “adam çarpma kitapları” vardır; patron nasıl kandırılır, rakip nasıl çıldırtılır, 130 saniyede satış nasıl yapılır gibi kitaplar bunlara örnektir. Bunlar da kitaptır bunların eleştirisi de yapılabilir ve yapılmalıdır.