Bir Eleştiri Blogu

1.06.2025

Yaşlandıkça Neler Kazanırız? Deneyimle Gelen Ustalık ve Yaratıcılık Üzerine

Bu kısa denemeyle, wordpress yazma sitesinin düzenli olarak önerdiği herhangi bir konu hakkında yazmayı ilk kez değerlendiriyorum; bu benim için bir tür ilk ve tek oturumda yapılandırılan bir metin olduğundan düşünce hızına denk, deneysel bir çaba olacak. Bu nedenle de bu yazı basit bir “tartışma notu” yahut bir tür “yazarak düşünme egzersizi” olarak da görülebilir. Benim kişisel yazarlık yaşamımda da bu yönüyle deneysel bir çalışma olacak.

Yazmak çoğu insan için eksikliğinin fazlaca hissedilmediği dahası “zorda kalmadıkça” başvurulmayan bir davranış olarak düşünülür. Öyle ki yaşamımız boyunca kısa notlar ve karalamalar yazmaktan öteye gitmemiş insanlar tanımış olabiliriz. Böyleleri okul yıllarında kendilerine “yüklenen” ödevler dışında tek satır yazmaz, buna “zorlandıklarında” ise sanki kendilerine “angarya” yüklenmiş gibi düpedüz sıkılırlar. Oysaki kalemi tuttuğu andan itibaren ondan vazgeçemeyen, yazmayı düşünmenin bir parçası olarak gören dahası ona estetik bir anlam yükleyen insanlar da vardır. Bu insanların evlerinde kağıt ve kalem koleksiyonları, yazı masaları, daktilolar, günlükler, rüya kayıtları (eğer siz de benim gibi yıllardır rüya kaydı tutuyorsanız elbette), çeşitli dosyalar, klasörler, defterler vb. bulunabilir. Eğer yeni bin yıldan sonra dünyamızı şereflendirdi iseniz bu araçlardan bazılarını hiç tanımıyor kimilerini de teknolojiyle bütünleşik kullanıyor olabilirsiniz. Belki de tam bir yeni nesilsiniz (eskiler zâmâne der) ve sizin için bilgisayarla yazmak çok daha konforlu ve zevkli! Araç ve yaklaşım tarzı ne olursa olsun yazmak herkes için farklı bir deneyimdir ve kendine özgü bir anlam taşır.

Kalemle düz ve beyaz bir zemine yazarak çalışmanın adeta ritüel gibi görüldüğü bir ailede büyüdüm. Merhum dedemin beyaz kağıtlarını özenle sakladığı siyah deriden bir kılıfı vardı örneğin. İlk okulda hepimiz hokka ve divit kullanırdık. Bazen ellerimiz mürekkep içinde kalırdı, mendillerimiz defalarca yıkanırdı ama olsun, en azından o bizimdi. Bize ait bir şeydi. Onu bir parçamız gibi görürdük. Benimki maviydi örneğin ve mavi rengi güneşte harika bir yansıma yapardı. Tıpkı bir kameranın yönetmen için bir heykeltraşın çekicine, bir samurayın kılıcına dönüşmesi gibi, bizim için de onsuz yapamadığımız bir arkadaşa dönüştü. Kurşun kalem bile böyleydi; çok yazılan ufalırdı, çok okunmuş bir kitabın yıllanmış bir şaraba benzemesi gibi güzel bir yıpranmaydı o. Henri Lefebvre üslubun ve yaratıcılığın baştacı edildiği modern öncesi dönemleri, gerici olmayan bir biçimde baştacı etmeyi bilen (1998), incelikli bir üstaddır. Pipo ve kurşunkalemin sigara ve tükenmeze üstünlüğünü ne zaman düşünsem onu anarım hep ki yirmi sene bilfiil pipo içtim. Bir kalem, bir çizim kağıdı…biz bu güzelliklerle erken tanışabildik ve kıymetini bilenimiz de oldu. Bazılarımız için böyle oldu elbette, herkes için değil…

Kişisel olarak kalemle yazma alışkanlığımı hiç yitirmedim. Halen defter tutarım ve bir deftere kalemle yazı yazmadığım günlerde samimi olarak rahatsız olurum. Biraz da bu alışkanlığın bir tür “tiryakiliğe” dönüşmesi nedeniyle olmalı, yazmanın (Ferit Edgü’nün güzel eseri ve ifadesiyle “yazmak eyleminin; 2001) benim için hem yaratıcı bir ifade biçimi hem de düşüncelerimi derinlemesine analiz etme fırsatı sunan özel kişisel bir “var oluşsal imkân” hem de kendi toprağımı yani ruhumu “kazmanın” en güzel yolu olduğunu düşünüyorum. Ruhumu kazmak, rahatsız bir tınısı olabilir bu ifadenin ama en göz alıcı, şaşılası cevher de orada bulunur aslında. Vassily Kandinsky (2011) en üst düzeydeki yaratıcılığın insan ruhunun en derin yerlerinde gizlendiğini yazmamış mıydı? Nitekim bu alışkanlık herkese olduğu gibi bana da zihnimdeki karmaşık düşünceleri düzene sokmak için eşi benzeri bulunmaz bir yol sağlıyor. Belki de bunun için kendimi bildim bileli günlük tutuyorum. Her gün zor da olsa insanın kendisiyle, duygularıyla hesaplaşması iyi bir alışkanlıktır. Düşüncelerimi ve duygularımı yazarken onları seçmeyi öğrendiğimi, onlarda derinleştiğimi ve başka insanların yaşamları üzerinde de bakış açımı genişlettiğimi fark ediyorum. Soyut ya da yalnızca geleceğe dair olsun, bir şekilde kelimelere dökmek, duygularımı daha net bir biçimde anlamamı sağlıyor ve bu süreçte içsel bir sorgulama yapmanın yanı sıra, fikirlerimi açık ve anlaşılır bir şekilde iletme becerimi geliştirme şansı da buluyorum. Belki artık kısa ve basit cümleler kurmayı unuttuğum için, samimi toplantılarda ve en basit konuşmalarda bile bazı arkadaşlarımın göz ucuyla birbirlerine bakarak hafifçe tebessüm ettiklerini yakalıyorum, evet…kitabî buluyorlar belki de? Benimle konuşurken sözlük karıştıranı da gördüm… Ama bana kalırsa bunlar size kaybettiren değil, karşınızdakiyle birlikte bütün topluma kazandıran şeyler olsa gerektir. İnsan başka türlü nasıl öğrenir…

WordPress ki ben ona “yazma sitesi” diyorum artık, onu büsbütün unuttuğum dönemler de dahil olmak üzere, küçük ve kararlı tıkırtılarla daima çalmıştır kapımı… Bu kapı çalmalar kâh teşvik edecek kâh düşündürecek küçük kıvılcımlara dönüşür önce. Sonra bu kıvılcımlardan ateşler çıkar. Bu ateşlerden yangına inkılap edenler olur. Bunlardan dört başı mamur uzunca bir “deneme önerisi listesi” de yapılabilir. Bu kadar kapsamlı bir araç seti, yazmak ve yayınlamak için yalnızca kolay kullanılan teknolojik özellikler sunmakla kalmıyor aynı zamanda vesileler de yaratıyor; her gün mail kutunuza düşen birbirinden güzel konu başlıkları gibi… Özellikle de yazılması gereken pek çok şeyin aklımızın bir köşesinde dolandığı ya da kendimizi yazmaya hazır hissetmediğimiz dönemlerde bu gibi önerilerin değerli katkılar olduğunu unutmamak gerekir. Türün kurucusu Montaigne’in başarısının yalınlığı, samimiyeti, en basit şeyler üzerine bile gönlünden geldiğince kalem oynatabilme rahatlığı olduğunu hatırlayacak olursak bu önerilerin değeri sanırım daha iyi anlaşılır.

Denemeci kimliği de bulunan bir yazar olarak ben yine de çağrısını yaşamın içinden alan konuları tercih ettim. Nitekim her gün pek çok problematik hakkında düşünen ve onları tarayıp tartışan insanlar için de durum böyle olsa gerek. Onlar için her şey başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte, bazen derin düşüncelerin ve duyguların özellikle akıtılması gereken kanallar vardır. Bu yüzden yalnızca basit öneriler yeterli gelmeyebilir onlara; zaman zaman kendi deneyimlerinden ve gözlemlerinden yola çıkarak yazmak, kendi sorunsallarını ortaya atmak ve yorumlarını yansıtmak da anlamlı katkılar olabilir. Örneğin yaşadığım ya da takip ettiğim olaylar beni o kadar ilginç sorunlarla karşı karşıya bıraktı ki, onları aşabilmek için çözümleyebilmek, ayrıntılarıyla tartışmak, onlarla hesaplaşarak üstesinden gelmek zorunda kaldım. İlgi alanlarım da çocukluktaki o “güzel ve sorumsuz” yıllardan sonra yalnızca ve esas olarak bu tür sorunların önüme çıkardığı araştırma konularıyla çeşitlendi ve gelişti.

İnsanların çoğu tek yönlü bir hayat yaşar. Bu tek yönlü hayattan yanlızca somut yaşam pratiğini kastetmiyorum. Düşünsel anlamda daha çok böyledir bu. Bunu gözlemleyebileceğiniz yerlerden biri de kütüphaneler ve üniversite kantinleri olsa gerek…. Gelişim dinamiğinin nabzı yalnızca çarşıda pazarda değil, esas olarak buralarda atar. Benim gençliğimde Siyasal Bilgiler Fakültesi Kitaplığı istisnaî yerlerden biriydi örneğin. Hem okuma, çalışma ve insanî donanım kazanma bakımından bir yuva olarak böyleydi bu hem de insanların düşünce yapılarını, anlayış ve eğilimlerini gözlemek bakımından adeta bir laboratuar olması bakımından böyleydi. Henüz birkaç yıl öncesine kadar titizlikle gözetilen bir “açık raf sistemi” vardı ve bu sistem sayesinde istediğiniz kadar kitabı tematik olarak okuyabiliyordunuz. Kitaplık kendi alanında önemli uzmanlık kütüphanelerinden biriydi ve birkaç katlı deposunda da en az salonundaki kadar değerli kitaplar bulunurdu. Bu kütüphanede gençlik yıllarımın kaydedeğer bir bölümünü geçirmiş olabilirim. Bazen günde bir kitap biterdi. Burada iki yüz sayfa civarında bir metinden söz ediyorum; kitap denilince böyle bir ortalamayı baz alıyoruz ya da en azından ben bunu baz alırım. O gün bitmeyenler ödünç alınarak dışarıya çıkarılır ve onlar da gece biterdi. Kütüphenin okuma salonunda hemen her dönem, her konuda okuyan birkaç arkadaş bulunurdu. Pek çok dönem gördüm geçirdim ve bu gözlemim pek değişmemiştir. Yine de tek taraflı okuyan, test çözen, devamlı olarak sınavlara hazırlanan “ciddi” bir kesim de vardı. Ciddi burada iki anlamlıdır. Bu arkadaşlar fevkalade ciddidir zira sınav ve gelecek kaygısını hayatının merkezi yapmıştır ve sorunlarının çözümünde bu onlar için temel sıradadır. Onları bunun için suçlayabilir miyiz? İkinci anlamdaki “ciddi” ifadesi de bu arkadaşlarımızın gerçekten çok “ciddi” insanlar olmalarıdır. Kendileri bağlamsal düşünmek yerine hedefe odaklı yaşarlar ve genellikle o hedefin dışındaki alanlara karşı ilgisizdirler. Bu durum pragmatizmin yerleşmesiyle birlikte artık olağan sayılan bir tavırdır; kişiden “ben” merkezli, kendi çıkarlarının dışındaki olaylara fazla karışmayan bir yaklaşım geliştirmesi beklenir ve buna uyanlar bir şekilde tercih sebebi olurlar. Nitekim okulumuzun kamusal niteliğinin, gerçekte olması gerektiği gibi, güçlü ve yerinde oluşu sayesinde, bir süre sonra Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden de arkadaşlarımız “akın akın” gelmeye başladı ve elbette ki “harıl harıl” test çözdüler! Bu arkadaşlarımızın ellerinden eksik etmedikleri kronometreleri, herhangi bir insanın dayanma gücünün çok ötesine geçen çalışma tempolarıyla Milli Kütüphane başta olmak üzere Ankara’nın pek çok cafe, okuma salonu ve kitaplığında “nam saldıklarını” sonradan öğrenecektim. Elbette işleri yaşam kurtarmak olan ve bu bakımdan en kutsal işi yapan (benim de kişisel olarak hayranlık duyduğum birkaç meslekten biridir doktorluk tıpkı avukatlık gibi) bu arkadaşlarımız bütünüyle pratiğe dönük çok ağır bir eğitimden geçiyorlardı ve onlardan kalkıp sömürgecilik rafının önünde pinekleyip durmaları beklenemezdi. Yine de uzun süre ellerinde en azından bir roman görmeyi beyhûde yere bekledim ve dahası bunu arzuladım!

Bana gelince, kendi payıma pek de “pratik zekalı” bir insan sayılmam. Bu konuda zihnisinir sayılabilecek düzeyde kişiler tanırım, zekaları çok pratiktir ve her sorunu bir çırpıda analiz ederek bir takvime bağlarlar. Ellerinde bazı şemalar ve her konuya ustalıkla uyarlanabilecek “özlü sözler” bulunur ki bunlardan bir caps yığını şu anda internette terrabaytlarca yer işgal ediyor olmalı! Bu türden pratik arkadaşlar her duruma uygun teknikleriyle (21 gün kuralı, Box nefes tekniği, bedenden çıkaran (ve benim dissosiyatif olarak adlandırdığım- meditasyon vs…) karşıdakine kalp krizi geçirtecek derecede saçmalar ama -belki de bu sayede- sinirleri katiyen bozulmaz ve karşılaştıkları olay da aslında hiçbir zaman çözülmez. Arkadaşlarımız da gelişmez, olayı başka bir şey olarak görür ve kendileri de başka bir şeye dönüşür ve olay bu şekilde bir Alice Harikalar Diyarında tarzında, tuhaf ama keyifli biçimde devam eder gider… Nitekim arkadaşlarımız da bilahare; örneğin inşaatten düşen bir kiremit parçası, maç kuyruğundaki jiletli saldırgan yahut delireceği aşikâr olan sabıkalı arkadaşının ibretlik delirişi (!) neticesinde ansızın hayatlarını kaybeder (inanın hepsinden birer ikişer tanıdım, elbette üzücü hatta kahredici ama ne yapalım, feodal ilişkilerin ürettiği arkaik düzenin kalıntılarıyla hesaplaşmadan, salt meditasyon ve reiki yaparak ne yazık ki sonuç böyle oluyor!

Kendi sorunlarımı öyle büyük planlarla, hazır reçetelerle ya da mucizevi dokunuşlarla çözmek gibi bir stratejim yoktur ve böyle bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Elbette gereken durumlarda, bilime inanmanın bir gereği olarak işin uzmanlarından yardım da aldım ancak bu tür yardımlar size ancak temel ilkeler konusunda bazı çok önemli perspektifler sağlar. Benim tarzım sorunları tanıyıp onlarla açıkça hesaplaşarak ve üzerine giderek çözmek üzerine kuruludur. Bunun için de iki yöntem kullanıyorum; araştırmak ve yazmak. Bu iki yöntem de yüzleşmenin anahtarıdır ve ikisinin kapısı da düşünceye çıkar. Düşünce eyleme dönüşür ve yüzleşmeyi zorlarsınız. Yüzleşme zorlanan bir şeydir ve önemli olan sizin onu nasıl zorladığınızdır. Kişisel olarak, yaşam yolculuğum boyunca önüme çıkan her sorunu bir tür derinleşme vesilesi olarak gördüğüm için o konuda ayrıntılı bilgi ve görgü sahibi olmayı, o meselenin peşini bırakmamayı ve onu farklı açılardan derinlemesine incelemeyi seçtim. Çok okuyan mı çok gezen mi daha iyi bilir, demişler. Okuyarak gezen daha çok bilir bana kalırsa…. Kader bu ya, yaşam yolculuğumun içinde o kadar ilginç, umulmadık ve farklı sorun yapılarıyla karşılaştım ki, birbirinden çok farklı alanlarda bilgi sahibi olma şansına (ya da lanetine?) eriştim. Bunu biraz da hayat zorladı. Sorunun kendisi çözüm yollarını geliştirmeyi gerektirdi. Sorun ne kadar karmaşık ve dolambaçlı olursa çözüm o kadar yaratıcı ve derinlikli olmayı getirdi. Farklı bilgi türleri bir süre sonra birbirleriyle ilişki kurmayı kendiliğinden zorladı ve kurulan çapraz bağlantılar alışıldık olmayan bakış açılarını kazandırdı. İşte bu yüzden, yaşlandıkça kişide tam olarak neyin gelişip neyin gelişmediği ve hangi hassaların değer kazandığı konusuna benim yaklaşımım biraz farklıdır. Bütünüyle özgündür ve kendi yaşam deneyimimin içinden süzülüp gelmektedir.

Birincisi, olaylara gereğinden fazla anlam yüklememeyi ya da onları doğru biçimde çözmeyi öğreniriz. Bunun nedeni benzer koşullardan pek çok kez geçmiş olmamızdır. Herkes buna tecrübe ya da deneyim diyor ancak ben bu şekilde adlandırmayı tercih etmiyorum. Çünkü deneyim de kişinin ona yaklaşımı ve onu çözerken kazandığı yetenek ve tarzla ilgilidir. Eğer bir kişi karşılaştığı sorunla mücadele ederken kendine özgü bir tarz ve sistematik edinememişse tekrar aynı sorunla karşılaştığında yine aynı yanlışı yapabilir ya da o sorunu çözmekte zorlanır. Dahası ne olduğunu teşhis edemez. Gerçek deneyim, sonuru çeşitli açılardan ve kendi bakımından inceleme yetkinliğine ulaşmış kişilerde ortaya çıkar. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım şey budur. Sorunu ele alır ve ondan kendinize göre, kendinizi de içine alacak şekilde genişleyen bir tanıma-araç seti çıkarırsınız ve hangi aşamada, nereye, nasıl müdahale edeceğinizi dahası onu nerede kesintiye uğratacağınızı da bilirsiniz. Bu durum tıpkı bir ustanın elinden defalarca geçen bir cihaza yaklaşım tarzı gibidir (eski ustalardan, zanaatkarlardan söz ediyorum elbette) ve yaşlandıkça “bazı kişilerde” gelişen, daha iyi olan şeylerden biri budur. Bazı kişiler diyorum çünkü herkes usta olamaz. Kalfa ya da çırakken mesleğinde dikiş tutturamamış, müşteri tutamamış yahut sıkılıp başka işlere geçmiş kişiler yok mudur? Vardır elbette. Ancak gerçek bir ustanın soruna yaklaşımı farklıdır. Yukarıdaki paragraflardan birinde tıp fakültesindeki güzide doktor arkadaşlarımızdan söz ettik. Hastanelerde canla başla çalışan ve hastalarla yüz yüze en çok iletişim kuranlar da onlardır. Başlarını kitaplardan kaldırmaz, hastalarına uygulanacak tedaviler söz konusu olduğunda aralarında ateşli tartışmalara dahi tutuşurlar. Ancak uzman ve dahası mesleğe yıllarını vermiş bir doktor gayet rahat bir şekilde, onların daha önceden teşhis edemediği farklılığı bulup çıkarıverir. Hem de daha birkaç dakika bile geçmemişken! Bunun nedeni nedir? Bunun nedeni doktorun hastasıyla, hastalarıyla birlikte evrilmesi, binlerce gözlem yapmış olması, gelişmeleri ve literatürü yıllarca takip etmesi ve bunun yanında bir tür “hassa” kazanmış olmasıdır. Bu hassâya “ustalık” diyoruz. Ralite yani insan tinselliğinin bağlantı kurduğu etkileşimsel maddi gerçeklik, onunla etkileşim kuran özneyle birlikte dönüşür. Bu dönüşüm karşılıklı bir etki-tepkinin sonucudur. “Etki ve tepki yasası”, tıpkı “form eşitliği” yasası gibi, evrensel bir yasadır ve söz konusu yasanın çalışıp çalışmadığını “test etme” riskine girmenizi kişisel olarak tavsiye etmem. Sonuçları sizin açınızdan ağır olabilir. Realiteye yanlış zamanda ve yanlış biçimde müdahale ederseniz ondan farklı olması gerektiğinden farklı bir çıktı alır ve bu durumun yaratacağı başka türlü bir olasılıklar dizgesini de peşinen kabullenirsiniz. Örneğin bir radyoya ters ya da yüksek akımla yüklü bir adaptör bağlarsanız onun bozulmasından ya da olması gerektiği gibi çalışmamasından birinci derecede sorumlu olursunuz. Ya da çok daha karmaşık ve incelikli mühendislik gerektiren bir elektronik aksama hiç sürülmemesi gereken bir maddeyle yaklaşırsanız onu da çalışmaz duruma getirebilirsiniz. Bizim çocukluğumuzda yalnız birkaç yıl piyasada kalan ve CD, Plak ve kaseti aynı anda çalan “müzik setleri furyası” vardı. CD’ler piyasaya ilk defa sürüldüğü günlerde bir arkadaşımız, müzik setindeki CD oynatıcısını gerektiği gibi kullanmayı becerememiş ve CD’yi Plak tablasına takmıştı! Sonuç olarak hem CD çizilerek kullanılamaz hale gelmiş, hem plak dinlemeyi mümkün kılan iğne uç hasar gördüğünden plak dinleme imkânı da ortadan kalkmıştı. Yıllar sonra bu müzik seti tamirciye götürüldüğünde ustası onu yapamamıştı çünkü aslında üzerinde yerli bir firmanın markası isim olarak gösterilmesine karşılık ürün aslında Toshiba üretimiydi ve bir süre ülkemizde, başka bir firmanın lisansı altında üretimine izin verilmişti. Başka bir ustaya götürüldüğünde kendisi durumu derhal anladı, gerekli yerlere gerektiği biçimde müdahale etti ve müzik seti neredeyse ilk gün olduğu gibi sorunsuz biçimde çalışmaya devam etti. Bugün hala çalışıyor!

Ustalık bahsinin üzerinde biraz uzunca durmak istiyorum zira söz ustalığa geldiğinde yalnızca soyut düzlemde kalmak onu anlamak için yeterli olmaz. Ustalık her şeyden önce bir kişide cisimleşen somut bir durum olduğuna göre örnek de vermek gerekir. Böyle örnekler kavramın kendisinden soyutlandığı somut olguyu tekil düzeye kadar indirerek onu gözlememizi ve daha rahat anlamamızı sağlar. Ustalığın, kimi zaman özgün bir tarz dahası ekol yaratacak ölçüde parlamasına olanak tanıyan en yetkin örneklerini, ona geniş hareket alanı bırakan müzik ve resim gibi güzel sanatlarda görmek mümkündür. Geçtiğimiz yüzyıl bu örneklerle sıkça karşılaşabileceğimiz, bana kalırsa istisnaî bir dönemdi. Aklıma gelen ilk isim halen hayatta olan keman virtüözü Itzhak Perlman’dan başkası değil. Keman gibi fizik olarak çok zor, neredeyse insanın bedensel yapısına ters bir enstrümanda zirveye ulaşan Perlman’ın henüz dört yaşında çocuk felci geçirdiğini kaçımız bilir? Günümüz dünyasında klasik keman dinleyicilerinin hiç yoksa bir defa karşılaşmamasının imkânsız olduğu bu büyük ustanın bir inanç ve cesaret abidesi olduğunu söylemek bana kalırsa az gelir. Buna bir de yıllara meydan okuyan hevesi, hiç eksilmeyen çalışma temposunu eklemek gerekir. Kemanını eline aldığında halen o temiz, saf tınıları imzası gibi kullanır. Itzhak Perlman’ın çalışma azmi, onun artık geçtiğimiz yüzyıldaki başka bir dünyada kalan EMI Plak Şirketinin Abbey Road stüdyaolarında kaydedilen Paganini Caprice’lerinin yorumuyla bana ulaşmıştı. Albümün içine eklenen ve sanatçıyı tek başına keman çalarken gösteren o tutku dolu fotoğraflara bakmak bile bir kemancı adayını yaşamı boyunca motive etmeye, mesleğinde ilerlemek için cesaretlendirmeye yetebilir. Dur durak bilmeyen konserler, film müzikleri, belki de bütün önemli bestecilerin aranan icraları durumuna gelmiş kayıtlar… Perlman’da tutku, inanç ve yaratıcılık iç içe geçerek onun ruhunu enstrümanında dile getirmiş gibi görünüyor. Bu nedenle ustalığın aklıma gelen ilk örneği odur.

Ustalığı kişiliğinde somutlamış, ete kemğie büründürmüş bir başka isim de yine klasik müzik dünyasından ve yine geçtiğimiz yüzyılda üretmiş, orkestra şefi Herbert von Karajan’dır. Karajan hakkında başka yazılar da yazdım hatta onun hakkında bir şiirim de var; zihnimde onu bir tür estet olarak kodlamış olmalıyım. Düşünüyorum da, gerçekten tam bir masal kahramanı gibiydi… Çocukluğumda onun ardı ardına yayınlanan konser kayıtlarını bir tür huşu içinde izlerdim. Orkestrasını yönetirken kendinden geçer, onun her üyesiyle bir olarak başka bir dünyaya yelken açardı sanki. Her defasında ayrı bir heyecan ve haz yaşardı, bazen büsbütün coşarak klavseninin başına geçtiği de olurdu. Ama kendini en kaybettiği anlarda bile hakimiyetini hiç yitirmezdi. Onlarla adeta tek vücut, tek bir ruh olmuştu. Büyük şef, ustalık kavramını hem teknik hem de zihinsel düzeyde temsil eden en önemli yirminci yüzyıl figürlerinden biriydi belki de… Onun çalışma disiplini, mükemmeliyet arayışı ve müziğe adanmışlığı, ustalığın yalnızca yaşla değil sürekli keskinlik ve yoğunlukla sürdürüldüğünü de gösteren en önemli örneklerdendir. Büyük usta tam 34 yıl boyunca Berlin Filarmoni Orkestrasını yönetti ve bu süre zarfında orkestrayı dünya çapında bir referans noktası haline getirdi. Tıpkı yüzyılın başlarındaki bir başka büyük isim, Gustav Mahler gibi o da çok çalışkan ve çok disiplinliydi. Her provaya tam zamanında ve hazırlıklı gelirdi. En küçük detaylara bile müdahale ederdi. Müzisyenler onun “gözleriyle yönettiğini” söylerdi. Yüzlerce kayıt ve performans gerçekleştirdi; bunlardan Beethoven, Brahms ve Wagner yorumları hâlâ referans kabul edilir. O kadar üretken ve çalışkandı ki, talihin ve koşulların da yardımıyla, tamamına nüfuz etmenin bir dinleyici için hiç de kolay olmadığı muazzam miktarda kayıt bıraktı. Sağlık sorunları başlayana kadar tempoyu hiç düşürmedi, 80’li yaşlarında bile sahneye çıkmaya devam etti. O da Perlman gibi; tutkuyla yaptığı bir işe ömrünü verdi, çok çalıştı, yaptığı işe bir anlamda “ruhunu üfledi” ve adını ölümsüzler listesine yazdırdı. Ustalığın bir başka örneği de odur.

İkincisi, yaşınız ilerledikçe, yaşamla ilgili toplu bir bakış açısı geliştirebilmiş ve bunu sağlam temellere dayandırabilmiş olmanız gerekir. Bu bakış açısı size iki yetiyi öncelikli olarak sağlar. Bir takım pratikler ve rutinler kazanırsınız ki bunlar da esasen yukarıdaki paragrafta değindiğim gibi, kendinizi tanımakla ve kendinize göre yaşamla ilişki kurmakla ilgilidir. Etkileşimsel gerçeklik yasası devrededir ve onunla doğru biçimde ilişkilenerek etkileşimi deneyime çevirmek sizin yeteneğinize kalmıştır. Eğer sosyal olaylarla ilgili iseniz olayların gelişim seyri hakkında, bilgi kirliliğinin içinden bazı nitelik belirleyici gerçek eğilimleri bulup çıkarırsınız. Bunu yaparken pek zorlanmazsınız zira benzer şeyler daha önce de kimi küçük farklılıklar saklı kalmakla birlikte aslında yaşanmıştır. Örneğin gündelik yaşamda karşılaştığınız bir davranış kodunu, bir refleksi, bir tavrı, örtülü bir niyeti derhal teşhis edersiniz, üstelik bundan sonuçlar da çıkarır ve yaklaşım tarzınızı ona göre düzenleyebilirsiniz. Örtülü ya da açık ittifak stratejilerini, bunların altında işleyen dinamikleri, yüzeydeki bütün çeşitliliğe karşın aşağıda, diplerde sınırlı sayıda akıntılar olduğunu anlamanız, anlayabilmeniz beklenir. Örneğin, bir davranış koduna yaklaşım tarzınız gerçek bir deneyime dayanıyorsa, Türkiye siyasetinde iki ana damar olduğunu bilir (İttihat ve Terakki yani bizim de içinden geldiğimiz devrimci kanat ile Hürriyet ve İtilaf yani padişahlığın meşruti çizgide bir anayasayla sınırlandırılmasını yeterli bulan tutucu, evrimci ve geleneksel kanat) ve bütün gelişim çizgisinin esasının, kişilerin davranış kodlarından insan ilişkilerine, alışveriş tercihlerinden gündelik söylemlerine, dillerine, tutum ve davranışlarına kadar, bu iki ana damardan birinden etkilendiğini ve dahası bunun bir bakıma tahakkümü altında olduğunu ve esas olarak bunu yeniden ürettiğini bilirsiniz. Bu sistemin davranış kodlarını paylaşan kişilerden bir bölümü bunu bilerek ya da bilmeyerek sürekli çoğaltırlar; yeniden üretirler, taşırlar, farklı görüntüler verirler. Yine de bir bölümü bu gelişimsel çizginin ya da siyasal tarzın zorunlu sonuçlarından, ulaşacağı doğal sınırlardan, insan etkisine bağlı olan ve olmayan tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devinme biçiminden, bu devinme biçiminin ürettiği siyasal ve toplumsal ayrımlardan habersiz olabilirler çünkü deneyim oluşturmamış, olguyla özgün biçimde ilişkilenmemiş ve belki de basitçe yaşamamışlardır. Ayrıca yine deneyim sonucunda kültürel belleğiniz gelişerek içinde yaşadığınız toplumun, bu toplumdaki cemaat ve toplulukların davranış kodlarını, birbirlerine ve başkalarına yaklaşım tarzlarını, söylenenden çok söylenmeyeni ve yapılandan çok yapılmayanı, bunun olası nedenlerini, amaçlarını, ve strateji/tekniklerini de rahatlıkla teşhis edersiniz. Örneğin merhum dedemiz böyleydi; çok insan tanımıştı, çok şey yaşamıştı ve olayları daima yakından izlerdi. Bunun sonucunda insanlardan gruplara ve siyasal partilere kadar pek çok konuda değerini bana göre bugün de koruyan isabetli gözlemlerde bulunmuştur. Bu gözlemler ağızdan ağıza aktarılır ve pek çoğunu anlamak zor olabilir ancak tarihsel süreklilik içerisinde geçerliliği hep kanıtlandı. Bu durum bir tür toplam tecrübenin sentezlenişini ve aktarılışını yansıtmaktadır ve yaşlandıkça bu genel değerlendirme ve seziş kapasitesi bazı insanlarda gelişir. Ancak bazı insanlarda bu yetenek yoktur ve dolayısıyla gelişmesi de söz konusu değildir. Bu nedenle genelleme yapmanın mümkün olmadığını unutmamak gerekir. Yüksek lisansımı yaparken alanında duayen olmuş yaşlı bir hocamızın sözlerini burada kayda geçirmek yerinde olur; “tabii ki, onun da sezgisi ona göredir…”

Üçüncüsü, yaşlandıkça daha iyi olan şeylerden biri de insanların somut olayı sınama tarzının oturup yerleşmesidir ki bunu daha önceki yazdıklarımla birlikte ele almak doğru olur. Örneğin pratiğe değer veren ve siyasetle ilgilenen insanlar ya da bilim insanları, sözlerin daima aldatıcı ve yoruma açık olduğunu bilir. Zamansallık içinde pratiğe ve pratik gelişim eğrisine bakılmalıdır. Bilim de Ortaçağ dogmatizminin yalanlarına karşı böyle mücadele ederek gelişti. Bilim adamları ve siyaset bilimciler, teoriyi ve toplumu iyi bilmekle birlikte, çoğunlukla sözlere itibar etmez ve alabildiğine somut düşünürler. Bu durum özellikle de ilerici kesimde eskiden daha da böyleydi. İnsanların güvenilir olmadığını yaşayarak görmüşlerdir. İnsan doğası değişkendir; bir an bir şekilde düşünüp hisseden bir kişi bir kaç gün ya da yıl sonra başka türlü düşünüp bütünüyle başka şekilde hissedebilir ya da söylediklerini tamamen inkâr edebilir, verdiği sözleri alenen çiğneyebilir. İtalyan siyasal düşünür ve devlet adamı Niccolo Machiavelli bu somut gerçeği henüz Rönesans döneminin sonunda belirtmişti ve bu fiili durumu saptamaktan başka suçu olmayan düşünür yalnızca bu gerçeği ifşa ettiği için düşünce tarihinde halen lekelenmektedir. Machiavelli, Prens’e; verilen sözlerin ve yapılan anlaşmaların o anki somut güç dengelerine bağlı olduğu ve bunların, arkasındaki fiili güç ortadan kalkınca tutulmayacabileceğini, dolayısıyla Prens’in de verdiği sözleri tutmayabileceğini yazarken bütünüyle gerçek dünyadan ve acı tecrübelerden hareket ediyordu. Roma tarihinden İtalya’ya kadar uzanan pek çok siyasal olayı ve savaşı araştırmış, incelemiş ve damıtmıştı. İnsan doğasının değişken karakterini; arzuların, korkuların, çıkarların, yönlendirmelerin (bugün buna manipülasyon ya da karanlık psikoloji de diyoruz ve iletişim çağında çok daha etkindir ama inanın ki o zamanlar da vardı) ciddiye alınması gereken faktörler olduğunu, bütün bunların herhangi bir süreci sabote edip yolundan çıkarmasının kuvvetle muhtemel olduğunu o zamanlar yazmıştı. Dolayısıyla gerçekliğin siyasal ve tarihsel olgularda olduğu gibi insan ilişkilerinde de bütünüyle somut ve eyleme dönük olması gerektiğini yazmıştı. Özetle, Schmittyen bir şekilde ifade edeceksek, dostunuzu ve düşmanınızı somut pratikte tanırsınız ve siyaset de bu bakımdan özel bir ihtisas alanı değil, yaşamın genelini derinden etkileyen bütünüyle pratik ve kapsayıcı bir gerçekliktir. Bu bakımdan yaş almak kişiyi kendi yaşam politikasının asıl mimarı yapar.

Dördüncüsü, yaşınız ilerledikçe, eğer özel bir engeliniz yoksa, yorumlama ve sentezleme kapasiteniz gelişir. Aslında bu süreç bütün yaşamınız boyunca gelişir ve momentum sürekli olarak yükselir. Önemli bir zihinsel sorununuz olmadıkça yorumlama kapasiteniz çabanızla orantılı olarak genişler. Bunu basit bir örnekle açıklamak bile mümkündür. Örneğin bizim gençliğimizde kitapların altını kırmızı kalemle çizmek modası vardı. Bunu pek çok arkadaşımız babasının kitaplarından gördüğü kadarıyla hatırlayacaktır. Süreç içerisinde bu alışkanlığımı terk ettim. Bunun nedeni söz konusu kitaplarda yoğunlaştığım noktaların değişiklik göstermesi ve eskiden altını çizdiğim satırların artık benim için önemli olmamasıdır. Bu nedenle altını çizdiğim yerlerin bir sonraki bakışımda benim dikkatimi çekmesini istemem. O kitabı örneğin başka bir niyetle, başka bir yaşam tecrübesi ve ruhsal yapıyla okumuş olabilirim. Bazen öyle durumlar gelişir ki zamanında altını çizdiğim satırlar bana artık önemsiz ve hatta gülünç bile gelebilir. Bu durum resimler ve sombeller için de böyledir. Resim ve sembollerle hatta renklerle düşünmeye alışık bir zihin asla yorulmaz. Ancak gelişim uğrakları içinde hareket ederken onlara yeni ve farklı anlamlar yükler. Her defasında anlam birbirinden farklı olur, yorum değişir zira psikoloji değişmiştir, yaşam tecrübesi artmıştır ve örneğin Paul Klee’nin herhangi bir eserindeki bir balık artık ona aynı balığı ifade etmemektedir. Bu balık ona belki yakın zamanda okuduğu bir şiiri, geçen hafta gördüğü bir düşü ya da bir çocukluk anısında daha önce o şekilde düşünmemiş olduğu bir gerçekliği açıklayacaktır. Sezgileri ve bilgisi genişleyen kişinin sentezleme kapasitesiyle birlikte eleştirel düşünme ve yaratıcılığı besleyen kaynakları da olgunluğa ulaşmaktadır. Bu nedenle pek çok sanat eleştirmeni ve bana kalırsa özellikle orkestra şefinin en vurucu eserleri onların olgunluk dönemlerinde ortaya çıkar. Sentezleyici olgunluğun bir başka özelliği de farklı biçemlerdeki hakimiyet ve fazla sayıda eser üretiminin yarattığı gelişimle birlikte akım yaratıcı/ekol kurucu noktaya erişmektir. Sürrealizm türünün önde gelen ressamı Salvador Dali bana bu durumun en somut örneği gibi görünüyor. Amerikalı müzisyen Frank Zappa da bu bakımdan önemli bir örnek olarak sayılabilir.

Beşincisi, yaşı ilerleyen kişinin öz saygısının gelişmesi, yaşamda değer atfettiği kavramları ve kişiliğindeki sağlam noktaları gerekirse amansızcasına savunması gerekir. Bunun birey olmakla, bağımsız düşünmekte ve olaylara karşı gerekirse tek başına doğru tavrı gösterebilmesi ile ilgisi vardır. Ancak bu durum tutuculuk ya da esneyememek olarak yorumlanmamalı ve böyle uygulanmamalıdır. Aksine, yukarıdaki paragraflarda belirtilmeye çalışıldığı gibi, farklı bilgi türlerine vukuf ve yaşamın çeşitli alanlarına temas, kişide yobazlığı kırmalıdır. Kendi değerlerinden taviz vermeden esneyebilmeli, yaşamın çeşitli alanlarında farklı deneyimlere ve öğrenmeye açık olmalı, dogmatizme düşmemeli, önyargısını teşhis ederek onunla ilk önce kendi mücadele edebilmelidir. Yaş ile gelen öz saygının gerçekçi ve somut temeli budur.

Yaşlanmak tek başına bir olgunluk ya da kazanım sayılamayacağı gibi, kazanmak da kaybetmek de kişinin kendine eklediği değerlere ve bu değerleri gerçek yaşamda nasıl uyguladığına bağlıdır. İnsanın ruhunu onun etik tercihleri inşa eder ve bu tercihler ne kadar dengeli ve merhametli biçimde, başkasına da zarar vermeyecek biçimde yapılırsa kişi aynı ölçüde estetik bir değer yaratır. Bu estetik değer kişinin yumuşak olmasını, sert olmasını, duygusal olmasını, duygusuz davranmasını gerektirebilir. Yaşla birlikte fiziksel kapasitenin azalması ve çöküşü oranında bu değerler ön plana geçer ve saygı, yardımlaşma, etkileşim de bunlar ölçüsünde olur. Bu yol herkes için kendi doğduğu çevre, karşısına çıkan ya da çıkarılan sorunlar ile onları çözme tarzındaki yaratıcılığa göre değişir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte, tıpkı güneş ışığının eğrilmiş bir masaya vurması gibi, yaşam da insanı farklı yönlerden aydınlatabilir. Ancak masanın malzemesi iyiyse, o yine aynı masadır ve yaşamın ona sunduğu bütün değerleri kabullenebilmiş, kendisini ona göre yapılandırabilmiş ve üzerinde onun izlerini taşımayı becermiştir.