İlk şiirimi ne zaman yazdım? Hatırlamıyorum doğrusu. Ama şiirlerimin sevildiğini fark ettiğimde henüz çocuk denilecek yaştaydım. İlkokul son sınıfta bir şiir yarışması kazandım. Bir yarışma ve ödül, ama biz daha çocuktuk ve bunu kadar ciddiye almak gerekir, bilemiyorum. Yine de bu ödülün bende yarattığı duygular halen ilk gün olduğu kadar taze ve canlıdır. Arkadaşlarım kendi aralarında para toplayıp bana bir hatıra defteri bir de dolma kalem almışlardı, daha çok şiir yazabilmem için. Bu nedenle mi bilmiyorum ama bugün bile dolma kalem kullanırım. Üstelik artık pompası bile bulunmuyor benimkinin, daha geçen gün sordum. Yarışma kazandığım şiir hangisiydi? Tam olarak neyi anlatıyordu, hangi temayı yüceltiyordu? Biraz ayıp olacak belki ama, doğrusu onu da hatırlamıyorum. Yalnızca arkadaşlarımın bana hediye aldığı gün ne kadar mutlu olduğumu hatırlayabiliyorum. O an, o duygular insana bütün bir yaşamı derinden hissettirir, hele bir de çocuksanız ve bilinciniz, duygularınız ilk günkü saflığında, parıldayan bir çelik gibiyse…
Bana göre yalnızca duygulardır insanın üstünde iz bırakan. Bugün de böyle düşünüyorum. İnsan yaşamında geriye yalnızca onlar kalır ve hatırlanmaya, duyumsanmaya değen yalnızca onlardır. O gün nasıl bir gündü? Talihliyim, bunu net olarak hatırlıyorum, elbette yalnızca duygular sayesinde yine. Bir ilkbahar günüydü. Ben okula sabahları gidiyordum, o zamanlardaki ifadeyle söyleyeceksek eğer, “sabahçıydım”. Eve geldiğimde öğlen olmuştu ve dışarıda eriyen karların şırıltısı duyuluyordu. İşte, sanki şu anda kulağıma geliyor. Günümüzde pek de tesadüf edemeyeceğiniz sert ve keskin bir bahar havası vardı ve sokaklar, kırılan buz kütlelerinden küçük dereciklere dönüşen sularla kendilerini temizleyerek, yaklaşmakta olan yaza hazırlık yapıyordu sanki. Evin önündeki çam ağacının öte yanında, kıvrıla kıvrıla bayur aşağıya uzanan yol boyunca sular dereler şeklinde akıp gidiyordu. Güneşin aksi onlara çok parlak, gümüş de değil, bir çelik kadar parlak, düşsel bir görüntü veriyordu. Onlardan yansıyan bu göz alıcı ışık demeti, odanın mavi badanalı duvarına, bir havuzda oynaşan balıkların hayalini dokuyarak geçip gidiyordu.
Nasıl güzel bir gündü, anlatamam…
Bugün sanki yaşamda belirli an’lar kalmış gibi ve ben, yıllar sonra bile, nesneleri ya da olayları değil, duyguları hatırlayabiliyorum ancak. İşte bu yüzden denememe şairin duygusu adını verdim. Bana göre şiirle ilgili geride kalan en önemli şey duygudur. Sizdeki bıraktığı izdir. Biraz acıtır, iz bırakmak için derinlemesine kazmak gerekir çünkü. Duygunuz eğer samimiyse başkasında bir şekilde yankısını bulur. Samimi bir duyguyu yeterince yoğun biçimde hissettiyseniz eğer, size öyle uzun boylu sözlük karıştırmak da gerekmez, onu her şekilde ifade edersiniz. Bir sözcük olmazsa bir diğeri olur. Ölçü, uyak, ince hesaplar, kısacası hiçbir şey gerekmez. Gerçek şiir tüm bunların anlamsızlaştığı yerde başlar.
Eleştirmenlere saygı duyuyorum. Az buçuk eleştirmenliğim de vardır. Sert polemikler edebiyatın tadı tuzudur, onlarsız olmaz. Yine de eleştiride biçimden çok öz’e, özün insanda yarattığı duyguya ve anlamı karşıdakine “bulaştırabilmesine” bakarım ben. Kimi zaman çok sert, acımasız eleştiriler görüyorum. Bir sözcük öyle kullanılmamı da başka türlü kullanılmış, bu ne cehaletmiş, Türkçe’mizin geldiği hale bakalımmış. Böyle özensiz, insanın ağzının tadını bozan, konuştuğu dilin inceliklerine vâkıf olmaksızın kendine büyük sıfatlar yaraştırma cüretine sahip insanlara yüzümüzü ekşiterek bakarız elbet…ama yalnızca o kadar. Yalnızca yüzümüzü ekşiterek, onu güzel yazana kadar okumayarak bir tepki vermeliyiz. İçinden geldiği gibi yazan dahası dil sermayesini bilerek, isteyerek, ruhunun çığlığına göre biçimlendiren kişiye de dudak bükmem doğrusu. Hele bazı dil ustaları vardır ki, onlara artık kural kaide de sökmez. İşte böyle ustalar, başımız üstüne…
Belki binlerce şiir yazdım. Bir kısmı kayboldu. Bazılarını yazamadan unuttum. Rüyamda gördüklerim oldu. Bir gün bile elime kağıt kalem alıp şiir yazmak için masada saatlerce beklediğimi hatırlamıyorum. O kendisi gelir. Hep öyle olur. Hep öyle olmuştur. Duygular öyle bir noktaya gelir ki artık onları içinizde tutamaz olursunuz. Anlatsanız bile anlayacak kimse yoktur yanınızda. İnsan en iyi kendisiyle dertleşir. Ruhuyla hasbihal eder. Bana göre şiir budur. İnsanın kendi ruhuyla dertleşmesi, onunla konuşması… İşte bu nedenle çok yoğundur gerçek şiir. Kolay anlaşılmaz ilk seferinde. Hele kolayca, hiç yazılamaz. Özünüzde gizlenen çok ince bir yerden, sanki bir cerahati deşer gibi çekip çıkarmak zorundasınızdır onu oradan. Sonrası kendiliğinden gelir. Çünkü aslında o hep oradadır. Belki de daha siz doğduğunuzda yazılmıştır o şiir. Yalnızca o günü, o saati beklemiştir ortaya çıkmak için. Günü gelince de patlayıp fışkırmıştır yüzeye. Derinlerde demlendiği için sıcaktır, nefessiz bırakır, yakar sizi. Sizi yakar, eğer kalbinde azıcık insaniyet varsa dinleyeni de yakar. Bir volkanın lavı, bir kahvenin telvesi neyse şiir de kalp için öyledir, gamdır, yüktür, ağırlıktır. İşte o yüzden ben, şiir ruhun özüdür, diyorum.
Şiire yol açan duygunun kaynağı nedir? İnsandır, dünyadır, başkası ve kendimizle, kendimizce kurduğumuz ilişkidir bana kalırsa. Bu kadar yoğun duyguları yalnızca şairler mi yaşıyor? Başka insanlar da yok mudur dünyada böyle içten içe kaynayan? Vardır elbet, her insan az ya da çok kalbinde o tortuyu, o akıntıyı taşır. Taşır ama yazmaz, taşır ama utanır ve başkasına diyemez, taşır ama boğulur onun içinde, farkında bile olmadan. Yazan insanın derece farkı buradadır. Bir kez yazdıktan sonra, başka türlü yapamayacağını, yaşayamayacağını bilir. Ok yayından çıkmıştır bir kez. Üstelik yazdıkça da duramaz olur, daha da kaynar içi…
Şiirin yükü ağırdır. Okuyanlar bir an için başka, hiç tanımadıkları uzak memleketlere gidip gelirler. Gözlerinin önünden bir sis bulutu geçer. Bir an, en fazla birkaç dakika…Ama şair ruhunun bir parçası o uzak memlekette rehindir artık. Kolayca bırakıp gelemez. Hep öyleyiz.
Şiirlerimi yazarken çok kez ağladığım olmuştur. Kış gecesi ceketsiz ortalıkta dolaştığım, sancılı bir hasta gibi iki büklüm titrediğim olmuştur. Bilinemez. Anlaşılamaz. O dünyanın kendine has kuralları vardır. On kuralları henüz biz de bilemiyoruz.
Peki, hüzünlü şiirler olduğu gibi neşeli şiirler yok mudur? Aşk şiirleri örneğin, hep gamlı mıdır? Değildir elbet. Güzel neşelenen şairlerimiz var. Onlardan da yaşamayı, mutluluğu öğrenmek lazım. Ama mutluluğun başka dilleri var. Mutluluğun şiire yolu az düşer. O şarkı olmaya, dans olmaya, resim olmaya yaraşır bence.
Şiir başka bir şeyin sığınağıdır. Ruhun başkasının pek giremeyeceği dip köşelerinde, hatıra ormanlarında, lav akıntılarında nefes alır. Orada kabuğuna çekilip kendine dönmek, çocuk ruhunu avutmak ister. Sırrını orada arayıp bulur. Konuşur ama kendi kendine, başkaları anlasın da derdine ortak olsun diye değil.. Herkes de anlayamaz zaten ya da herkes kendine göre anlar. Herkes her defasında bir şey anlar. Ama gerçek şiirse, herkes anlar, nasıl anladığını bile bilmeden. Çok demli ve rayihası muhteşem bir çay içmiş gibi olur güzel şiir duyan. Öyledir o; duygunun demlenmişidir.
Şairin duygusu, zordur. Şiirden de zor…
Şair, nefes alamayan adamdır.
.png)